DARMADAĞINIK ANLATILAR - 3
Taksi dolmuş bekleyenlerin oluşturduğu kuyruk, köfte arabalarının önüne dizilen insanların kalabalığının yanında azınlıktı. Ziya Gökalp Caddesi, farklı baharatların ve yanık et kokularının istilasına uğramış, kokoreç ustaları kullandığı ne kadar kesici alet varsa hepsini enstrümana dönüştürerek farklı ritmleri ince ince işlemeye koyulmuş, minibüsler tükenmiş, otobüsler seyrelmiş, yollar ticari sarı taksilerin farlarından süzülen göz kamaştırıcı ışıklara boyun eğmiş... Seyyar ampullerin altlarına dizilen taburelere emaneten çöken bedenlerin uzamış gölgelerine tüneyen kediler, ekmek aralarına sıkıştırılan göz hakkı nasiplerini iştahla açılıp kapanan çenelerin insafına bırakmıştı. Yol boyu dumanaltıydı. Oluşan ambiansa bir şekilde direnen, sayıları epey seyrek, nohut-pilavcıların ise apayrı müptelaları vardı. Bu müptelaların kimisi servis edilen plastik tabaklarına bolca cin biberi muhteşem ikilinin yanına eklemleyerek sokak lezzetinin dile yansıyan en ateşli dakikalarıyla muhatap olurdu, kimisi de atıştırma süresince iki, üç, hatta daha fazla bardak yayık ayranı tüketerek, başkentin göbeğinden farklı memleketlere uzanan bastırılmış özlemlerini açığa çıkarırdı. Az biraz tuz, fazlaca karabiber asıl tadın raconu olduğundan yoklukları düşünülemez bile. Hakkı'da hemen her gece kullandığı istikamette damağının esir olduğu Batu Usta' nın ekmek teknesine yaklaştıklarında arkadaşının koluna ilişti: "Kardeşim gel şurada nohut-pilav molası verelim. Olur olur, hem de çok iyi olur."
Radyoda bilinmeyen bir frekans, bilinmeyen başka bir frekansın hudutuna ara ara dahil oluyordu. Cızırtıların arasında beliren nağmelere Batu Usta'da eşlik ediyordu ve her yükselişte detone olan sesine aldırış etmeden işini keyifle yapıyordu. "Pilavcıların piri abim, neşen yerinde, gecen güzel olsun." "Ooo Hakkıcım, hoşgeldin, sen de hoşgeldin delikanlı." İlyas, ustanın canayakın söylemine suratının çizgilerine yayılan kendine has tebessümüyle karşılık verip gün içerisinde bir çok kez kullandığı 'eyvallah' sözcüğüyle de selamladıktan sonra arkadaşının saniyelerle sınırlı tuttuğu tanıştırma faslının içerisinde buldu kendini. Siparişler verildi, uygun bir yere ilişip beklemeye koyuldular. Yolun karşısında beliren Kurtuluş Parkı'nın koca karartısı sonu olmayan bir görüntüye bürünmüştü. İlyas, tuttuğu poşeti Hakkı' ya verdi ve cebindeki tabakayı çıkarıp, alışık olduğu parmak hareketleriyle iki dal tütün sardı. Birini kulak arkası yaptı, diğerini de arkadaşına uzattı. Aldığı kitapların kabarttığı poşetini geri aldığında, usta da sağ avucuna adeta yaymış olduğu tahta tepsisiyle yanlarında bitti: "Gençler, hadi iyisiniz. Bol kepçe koydum. Ekstra birşeyler isterseniz çekinmeyin, gelip alın. Mekan sizin, sokaklar bizim. Hadi afiyet olsun." "Senin de neşen hep üzerinde olsun ustam." "Hep birlikte Hakkıcım."
Dumanı üzerinde tüten tabaklar, kaşık darbeleriyle görselliğini yitirmeye başlarken İlyas'da uzun zamandır oturtamadığı yakın geleceğine dair planlarını, bir dosta anlatma isteğini derinden hissederek ağır ağır dillendirmeye başladı: "Ne yapacağımı pek kestiremiyorum Hakkı. Sınavlar yaklaştı ve iki senedir veremediğim derslerlerle bir kez daha muhatap olacağım. Çalışmaktan ne okula gidebildim, ne de notları toplayıp yoğunlaşabildim. Gerçi senin durumunda benimkinden farksız. Belki bu söylediklerim tamamen uydurduğum bahanelerden ibaret, ama gerçek şu ki her geçen zaman derslere daha da duyarsızlaşıyorum. Okul ne zaman biter, hiç kestiremiyorum. Ulan halbuki bu yıl mezun olacaktık. Bizden avukat olur mu lan?" Arkadaşı tabağını yarılamak üzereydi, ondan geri kalmamak için kendiside hızlıca iki üç kaşık daldırıp çıkardı. Ağzına tıkıştırdıklarını hızlıca çiğneyip yutkundu, devam etti: "Babamın durumu da mağlum, ne olur, nasıl olur bilmiyorum. Annem perişan. Kardeşimin çocuk dünyasını tahmin bile edemiyorum. İşe girdiğimden beri sende biliyorsun ki pek gidemedim yanlarına. Şu sınavlar bir geçsin, zaman kaybetmeden istikametim İstanbul. Hoş şimdi de gitsem sınavların seyrinin değişeceği yok ya... Muhtemelen bizimkilerin yanında kalırım bir süre, annemin yükünü biraz olsun hafifletirim. Orada da çalışır, çabalar sınavdan sınava gelirim buraya. Ooof ulan, hakikaten canım çok sıkkın, bazen hiç birşey düşünmek bile istemiyorum. Ben böyle hayatın..." Hakkı, tabağını bitirmiş, dikkatle arkadaşını dinliyordu. İlyas'ın daha da karamsarlaşan cümlelerini uygun bir yerde kesmek için zamanı kolladı ve beklediği anın geldiğini düşündüğü bir ara sessizliğini bozarak sakince konuşmayı denedi, ilk lafları sürekli İlyas tarafından kesilmiş olsa da inadını kararlı bir şekilde sürdürdü. Ağızlardan dökülen karşılıklı sesler, anlamsız yığınlar oluşturarak gecenin yıldızlardan yoksun karartısına dahil olarak uçuşup gitti bir süre. Yenişemeyen yorgun boksörler gibi adeta köşelerine çekildiler sonra ve aralarındaki sessizliği, uzaklarda yankılanan bağırışları, radyonun özgün cızırtısını, Batu Usta'nın dişleri arasından sızan ıslığını, nohut-pilav çiğneyen suratların şapırtılarını, sarhoşların naralarını, boş yolu sahiplenen eski model aracın motorundan yayılan hırıltıyı, köpeklerin ayak seslerini, kedilerin bebek çığlığını andıran haykırışlarını dinlediler usul usul. "Kusura bakma kardeşim, dedim ya iyi değilim bu aralar. Hadi tütünümüzü içip yavaştan eve geçelim." İlyas, Hakkı'yı konuşturmayarak bencilce davrandığını düşündüğünden sarf etmişti son sözlerini. "Ne kusuru dostum, olur mu öyle şey. Yalnız iyisin, iyi olmak zorundasın koyverme kendini." Tütün dumanının altındaki bekleyişleri, ciğerlerine giden son nefeslik içime kadar devam etti. Enerjisinden ödün vermeyen Batu Usta'yı, etrafına dağılan diğer bir kaç gececiyle birlikte bırakarak uzaklaştılar. Bir kaç yüz adım caddeyi takip ettiler, sokaklara açılan tenha köşe başları uykusunun derinliğini tadan yaramaz çocuk sakinliğindeydi. Evlerinin bulunduğu yokuşun başından dağ geçitlerini kıskandıran eğime doğru saparak, birbirine yaslanmış binaların arasından ağır ağır tırmanmaya başladılar. Soluklarında beliren ritim hızlandı, cüsseleri yavaşladı. Tükenmeye yakın bir haldeyken vardılar. Hakkı, nefes nefese bir gayret, Mustafa'nın ışığı yanıyor, diyebildi.
Hakkı cebinden çıkardığı anahtarı kapının kilidine oturttu ve çevirmeye başladı. Her bir turda apartman boşluğuna yayılan gürültüyü sonlandırmak istercesine içinde bulunduğu faslı çarçabuk bitirmek istedi. Kapıyı açtığında, yüzlerine tokat gibi vuran ekşimsi kokunun içerisine dahil oldular. Ayakkabılarını çıkarma uğraşı verdikleri sıra İlyas'ın sitem dolu, kaç kere söyledim şu Mustafa'ya evi ara ara havalandır diye, dilimde tüy bitti, ama nerdee, sözleri çıplak duvarlar arasında gitti, geldi. Salona geçtiklerinde, biri pencerelere, diğeri de balkonun, sonbaharda yapraklarını döken ağaç misali, boyası bir çok yerden atmış, soyulmuş kapısına doğru yöneldi. Ütüden nasibini almamış perdeler dizginlenene kadar dalgalandı, uçuştu. Hava dolaşımının egemenliğini sürdürdüğü vakit; iki arkadaş sırayla lavabonun yolunu tuttu, sabunla köpürttükleri ellerinden süzülen gri renge bürünmüş sular giderin ağzında yuvarlak çize çize kayboldu ve sonrasında odalarına dağılarak günün kalıntılarını üzerlerine çivileyen elbiselerinden kurtulup görece daha temiz, rahat, uykuya çağıran ve moda da neymiş havası veren giysilere büründü.
Ekşimsi koku kırılmış, kırıklardan sızan serinlik nefes almayı elverişli bir hale getirmişti. İlyas, penceleri kapatarak cereyanın yaşattıklarını sonlandırdı ve balkon kapısını ellemeden mutfağa yöneldi. Üzerine sıçrayan yağ lekelerinin belirli belirsiz izlerini taşıyan, iç içe geçmiş dikdörtgen desenleriyle zamanında görücüsünün gönlünü çelen halının kabarık tüylerini çiğneyip portakal renkli buzdolabının tutamaçına asıldı. Karşısındaki züğürt raflarda ne istediğini bilmeden arandı bir süre. Önceki günden kalan yemeği barındıran tencerenin arkasına gizlenmiş maden sularından birine uzandıktan sonra yumurtalık kısmından, ne zaman kesildiğini bilmediği büzüşmüş yarım limonu da alarak dolabı kapattı. Elindekileri, yıkanmayı bekleyen bulaşıkların bulunduğu tezgahın boş kısmına bırakıp buram buram geçmiş kokan mutfak dolabının gözlerinde şişe açacağını bulmaya çalıştı. Bulamadı. Söylenmeye başladı, gayri ihtiyari küfürler savurdu, tekrar gözden geçirdi, aradığı yoktu. "Tövbe tövbe, delirecem şimdi." Yapacak bir şey yok, diyerek şişeyi mutfak tezgahının kenarına yaslayıp tırtıklı kapağını da üst kısmındaki mermere iliştirdi. Boştaki eliyle, baş parmağının altındaki kemiği ortalayacak şekilde, oluşturduğu düzeneğe sertçe vurdu. Birikmiş kap kacak olduğu yerde zıpladı. Tısss, sesini duymasıyla birlikte, bir kez daha aynı hamleye başvurdu ve kapak, mutfağın içinde seke seke bir yol çizdi, halının kararmış saçağına takıldı, durdu. Mermerin üzerinde oluşan derin çizik ise yaşananların kanıtı olarak yüzyıllar sonraki arkeologlar tarafından incelenmeleri için bırakıldı. Ev sahibi bu duruma ne der, diye hiç düşünmeden kapağı hızlıca bulunduğu yerden aldı ve bulaşıkların tarafına gelişigüzel fırlattı.
Hakkı, salondaki kanepeye boylu boyunca uzanmış telefonunu kurcalıyordu. Boynuna destek yaptığı yastık, taşıdığı yükten iki büklüm olmuştu. Kapı boşluğundan içeriye dahil olan karartıya gözü kaydı. İlyas'tı. Dirseklerinin yardımıyla kendisini biraz daha dikleştirip cefakar yastığı bu sefer sırtına dayadı. Kahkahayla karışık, oo kardeşim, gazan mübarek olsun, ne yaptın öyle, tak tuk, savaş çıktı zannettim vallahi, sözleriyle arkadaşını karşıladıktan sonra yüzündeki sırıtışı sürdürmeye devam ettirerek bir yanıt beklercesine sustu. İlyas, söylenenleri duymamış gibi davranarak kırlenti iyice çukurlaşmış koltuğa oturdu. Önündeki sehpanın üzerinde Mustafa'nın ders notları duruyordu. Kağıt yığınını kaldırıp ayaklarını uzatmak istedi, vazgeçti ve sağ topuğunu sol dizine yerleştirip yanında taşıdığı iki parça ganimetini birbiriyle harmanlamak için günlerini buzlukta geçirdiği pek belli olan limonu şişenin içini hedef alırcasına sıkmaya başladı. Hakkı'nın dikkatli bakışları eşliğinde güçlükle özgürlüğüne kavuşan bir kaç damla, sodayı köpürterek şişenin ağzına dayanan üst üste, iç içe geçmiş onlarca baloncuğun oluşmasını sağladı. "Hadi kardeşim diksene şunu kafana, hiç ettin, resmen gözyaşı oldu parmaklarına akıyor." Umursamazca kocaman bir yudum aldı, yanakları şişti, söndü. "Ohh be." İlyas, son bir kaç saniye hiç yaşanmamış gibi, gayet sakin, Hakkı şişe açacağını gördün mü, dedi. "Yok kardeşim, en son Cebo Abi'yle geldiğimizde aldığımız biraları cilalamak için kullanmıştık, sonrasını bilmiyorum, çıkar bir yerlerden illaki. Haa, şimdi anladım içerdeki harbi. Neyse dostum, gel sana bir sigara ısmarlayayım, sonra da yavaştan istirahate geçeriz."
Komşu apartmana bakan balkonda, her sigara mesaisinde yaşanmışlıklar unutulur, çocukluk hariç tutulur ve anların tümü masallara aittir, hayal bahçesinin el değmemiş yamaçlarında gelecekten bir dem yankılanır. Sorgulamalara, küfürlere, umutsuzluğa yer yoktur; roman kahramanlarının serüvenlerinde birikenler bir ozanın satırlarında çatlağını ararcasına didinir, gezinir, yol olur. Yolculuklar biraz da böyle başlar, balkonun paslanmaktan bitap düşmüş demiri bile her şeye inat dümen olur ki, istikameti Cebeci'den taa nerelere uzanan düşlerden örülü yaşanacakları kucaklar. Uzaklara dikilmiş evlere asılı duran uykuya direnmiş pencerelerin ışıltısı ateşböceklerine dönüşür zifiri karanlıklarda. Ayın aydınlattığı gecelerse bir başkadır, gökyüzüne iki çizgi uzanır ve o çizgiler bembeyaz bir lokomotifi sırtlar. Varoluşçu filozofların dertleri, tasaları, tavırları damar gibi yer edinir yağmurlu günlerin zamansız ıslaklığında, duyulan göğün gürlemesinden çok başkadır, vesselam haykırıştır. Zihinlerde yer edinen bilumum sualler, aynı kaynaktan fışkıran farklı ırmak kollarına dönüşerek çağlayanını kucaklar bir sigara içimlik sürede.
- devam edecek -
Yorumlar
Yorum Gönder