BİSİKLET, TERLİK ve YOL HİKÂYELERİ

 Uludere. Kel Memed Dağları'nın eteğine kurulu bir köy. Geceyi mescitte konaklayarak geçirdim. Sabah, 06.05. Kapının önünde olması gereken ayakkabılarımın teki yok. Ara ara, yok. Günü erken karşılayan köylülerle birlikte arıyorum, yok. Köyün köpeklerinden biri almış, etraf köpek dolu, gezdikleri yerleri dolanıyorum, dolanıyoruz.. Yok. Yok. Yok. Saat 08.55. Yapacak bir şey yok, yola terlikle devam edeceğim artık, düşüncesi kafamda daha da somutlaşıyor. Köylülere içten bir veda, istikamet Çukurca. Pedal çeviriyorum, ilerliyorum, elma ağaçları, incir ağaçları, Eylül sıcağı, yer yer üzüm salkımları, kontrol noktaları.. Uzunca bir zaman sıfır noktasında pedal çeviriyorum; solum devlet, sağım bir başka devlet. Terlikler sürekli ayağımdan kayıyor, yapacak bir şey yok. Süvarikutra'yı tırmanıyorum bu şekilde, sağımda Cudi boylu boyunca uzanmaya devam ediyor, manzaram muazzam. Hakkari İl Sınırı. Uzun bir iniş, Çukurca-Hakkari Yol ayrımı, Zap Suyu, Çukurca, gün sonu.


Issızlığın ortasında yeni bir gün. Önceki günün son kilometreleri, ilk kilometrelerim oluyor. Zap Suyu'nun kıvrımlarını takip ederek pedal çeviriyorum bir süre. Şine Kayalıkları'nın heybeti, gölgesi, buyurganlığı altında soluklanıyorum. Doğanın Hakkari coğrafyasına yansımasını görmeyen göze pek yazık. Yollar, gidilmeyen yollara gebedir, ilerliyorum. Köyler beliriyor birer ikişer. Davet ediliyorum bahçelere, dükkan önlerine kurulu sofralara. Bir soluklan hele yorgunsundur, ayran iç, yolculuk nereyedir.. Saatime bakıyorum, öğlen. Güneş tepede, aylardan Eylül.. Ayran yerini demli çaya bırakıyor bir sonraki durakta. Üzüm yapraklarının gölgesinde hiç dinlemediğim, okumadığım bir masalı yaşıyorum. Hasbihal çemberi genişliyor, ayaklarıma iliştirdiğim terlikler dikkat çekiyor, anlatıyorum olanları, gülüşmeler.. Bardaklar, çaydanlığı da ortalarına alarak tepsiye diziliyor, götürülüyor. Sofra kuruluyor, çeşit çeşit yemek, iştahla yiyorum. İzin istiyorum, izin yok, üzüm yemeden olmazmış. Salkım salkım, çeşit çeşit, renk renk üzümler. İki üç derken, yedikçe yiyorum. Bir ses, iyicene ye Hakkari rampasında hepsini eritirsin zaten, diyor. Gülüşmeler. Artık yolcu yolunda gerek, diyorum. Sağlıcakla! Güneşi unutmuş vadi çukurlarını birer ikişer aşarak pedal çevirmeye devam! Güneş son demlerini yaşarken Hakkari şehrinde, Depin Köprüsü'nden geçiyorum. Hakkari'nin bir tane girişi vardır, aynı yol çıkışıdır da. Rampasında soluklanırken, Sümbül'e selam vermemekte olmaz, tam arkamdadır tüm asaletiyle. Yolun kenarında el sallayan çocukların şen bağırışları, bisikletimin zincir mekanizmasından yayılan o bildiğim sesle harmanlanıyor. Gün akşama varmadan tırmanışımın sonu beliriyor, Hakkari. 

Kepenk sesleri, iş başı, kaldırımlarda koşuşturan insanlar, köşe başlarına tüneyen köpekler, şehrin gürültüsü, yerli yerinde duran Sümbül.. Bisiklete bir günlük ara. Bilmediğim sokakların, bilmediğim sokaklara açıldığı şehirde dolanıyorum kafamda yer edinen bir dolu düşler eşliğinde. Dükkanlara giriyorum belli belirsiz, belki işimi görecek ayakkabı bulurum düşüncesiyle, bulamıyorum. Kırk altı numara yok, kırk beş olanlar ise parmaklarımı sıkıyor. Kundura var, o da işimi görmez. İkram edilen çayları pas geçmiyorum ama, hikayemi anlatıyorum, hikayeler dinliyorum, sessizlik. Sokaklara yayıyorum yalnızlığımı. Terkedilmişliği hatırlatan bir binanın hemen girişinde bulunan tabelanın silinmeye yüz tutmuş yazılarını okuyorum, kuaför. İçeri giriyorum, etrafa sinen koku tanıdık, çocukluğumu fısıldıyor. Aynalarında, koltuklarında, jöle kutularında, parfüm şişelerinde geçmişin izini arıyorum. Hoşgeldin abi, diyor ayağımdaki terliklere gözü ilişen çırak. Sen şöyle geç ben ustayı çağırayım. Çırak hızlıca gözden kaybolurken, duvara boylu boyunca uzanmış aynanın karşısına yan yana iliştirilmiş üç berber koltuğunun en solundakine oturuyorum. Ustayı beklerken önümde beliren arkamdaki siyah beyaz fotoğraflara bakıyorum teker teker. Usta geliyor, çay söylüyor, saç mı sakal mı diye soruyor. Ense, diyorum. Toplu iğneden de destek alarak, boynuma rengi solmuş önlüklerden birini sıkıca iliştiriyor. Tıraş makinelerine has gürültünün duyulmasıyla işlem başlıyor, haliyle sohbet de. Fotoğrafları soruyorum. Yetmişli yılların sonuydu, diyerek başlıyor hikayesini anlatmaya usta. Köye gelen öğretmenin fotoğraf makinesi vardı, herkesi çekerdi. Çok sonra gönderdi. Bizim köy Beytüşşebap'a bağlıdır. Yöresel kıyafet giymiş olan da anamdır. Zaman geçiyor işte. Sen nerelisin, nereden geliyorsun, buralı olmadığın pek belli. Karşımda duran kendime bakarken cevaplıyorum, cevaplarken göz altlarımda beliren kemiklerimi farkediyorum. Tuhaftır, uzun zamandır kendime bu kadar dikkatli bakmamıştım. Yol deneyimlerim tıraş makinesinin gürültüsüne bazı bazı yenik düşüyor, tekrarlıyorum. Ustanın yüz ifadesinde katettiğim yolları görüyüyorum. Çayım geliyor, yudumluyorum. Sessizlik. Fırça ensemde dört tur atıyor, toplu iğne sıyrılıyor. Boynumdaki rahatlamanın tarifi yok. Ustasından görevi devralan çırak, sıkıca tuttuğu yer fırçasıyla ensemden yere savrulan kılları bir araya getirip boylu boyunca çatlamış faraşın üzerine yığarak çöp bidonununa yöneliyor. Berber koltuğundan kurtulup doğrularak bardağımda kalan soğumaya yüz tutmuş çayımı tek seferde yudumluyorum. Ellerine sağlık usta, borcum nedir? Coğrafyanın misafiriydim, herkesin gözünde böyleydim, param geçersizdi. Heybeme topladığım hikayeler, yaşamaya değer. Ustanın yemek ikramını da teşekkür ederek geri çeviriyorum. Sokağa açılan kapıyı aralarken, çocukluğumu da bırakıyorum oracıkta. Kolay gelsin! Hakkari'de temmuzdan kalma bir akşam vakti, çocukların sokak aralarında icat ettiği türlü oyunların mesaisi sonlanmış, kahvehane içlerine insanlar doluşmuş, çoğu gelişigüzel park edildiğinden olsa gerek, motorluların gürültüsü azalmış.. 

Gün doğumuyla yarışırcasına hazırlanıyorum. Terlikler, ayağımda ufak yaralar açtığından kışlık bir çorabı çantamdan çıkarıp giyiyorum. Terlikler, çorabın da etkisiyle ayağımı tamamen kavradı. Keşke daha önce yapmış olsaydım, diye kendime kızsam da, geçiştiriyorum. Neyse.. Vira Bisiklet! Güneşin altında, Sümbül'ün zarafetini gözlerimle okşayarak sürüyorum bisikleti. Geldiğim gibi gidiyorum. Dilimde yıllar önce ezberlediğim bir Hakkari türküsü, Berçelan Yaylaları. Depin Köprüsü'nden tekrar geçip, kırıyorum gidonu solumda beliren Yüksekova-Van istikametine. Anadolu coğrafyasında eşi benzeri olmayan dağların arasında hayretle, keyifle, heyecanla ilerliyorum. Bisikletimle aştığım başka coğrafyaların ezgilerini ödünç alarak dillendirmeye çalışırken yer yer ıslığımla da ritim tutturuyorum. Yankısı dört bir yanımı sarıyor. Bir köy beliriyor uzakta, yakınlaşıyor çevrilen her pedalda. Sesler duyuyorum belli belirsiz Kürtçe ve Türkçe. Bakan gözlere selam vererek ilerliyorum, davet ediliyorum bir kez daha. Yolculuk nereyedir, hoşgelmişsin.. Bisikletimin dört yanı etten duvar. Her zamanki gibi çocukların ilgisini daha çok çekiyorum. Abi kaç vitestir, ne kadar hız yapıyorsun, rampa çoktur buralarda, benim de vitesli bisikletim var, lastiğin patlamıyor mu, nereden geldin.. Sorular hayallerde oluşan gökkuşağı. Çocukların arasında bırakıyorum bisikleti, ikram edilen sudan kana kana içiyorum. Muhabbete dahil oluyorum, bir yandan da çoraplarıma karışan otları ayıklıyorum. Seksen yaşlarında bir amca yollardan bahsediyor, kamyon şöförüymüş zamanında. Türkiye'nin her yerine gittim, diyor sigarasından kocaman soluduktan sonra. Yollar başkadır, tutkudur, iflah olmaz, beni bir sen anlarsın yeğen. Bir başıma ora senin, bura benim. Ekmek parası diye çıktım, yolların aşığı oldum. Yüzlerde tebessüm. Amca, yaşamının anılar nehrinde akıntıyı karşısına alarak kulaç atıyordu. Günlerin ağırlığı altında, geçmişin hafifliğine minnet duyarak kendini avutuyordu. Köyde bir varmış, iki yokmuş. Arıcılığa merak salmış, arılar oğul vermeyince kovanlar erimiş, boş petekler sandığa konulmuş.. Ey hayat! Bisikletime bakarken buluyorum kendimi, cazibesini yitirmiş olmalı ki, çocuklar oyunlarına kaldığı yerden devam ediyordu. Çocukluğumu bir kez daha anımsadım, ne çok severdim çelik çomak oynamayı. Anılar canlanıyor usul usul, sokak aralarında oynanan futbolun, dijital platformlardaki sanal maçlara yenik düştüğü zamanlardayız. Teknoloji, telefon dahil buradaki çocukların erişim alanından çok uzak, iyi ki de uzak. Yollar beni bekler, haydi uğurlar ola! Köyün çıkışına kadar çocuklar da koşarak eşlik etti macerama. Güle güle diyen diller, el sallayan ufacık eller.. Durmadan, soluklanmadan ulaşıyorum yol ayrımına. Solum Van'a, sağım Yüksekova'ya gider. Dağları aşarak kıvrıla kıvrıla geniş düzlüğe açılıyorum, devam ettikçe karşımda beliren siluet büyüyor, büyüdükçe somutlaşıyor. Terlikler eşliğinde çevirdiğim pedallar, iki yüz kırk kilometreyi ardımda bırakırken dahil oluyorum şehrin kargaşasına. Yüksekova.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SİYASALLI CİNŞİR -arka bahçe-

BİR ÇOCUKLUK HASTALIĞI: FUTBOL