SİYASALLI CİNŞİR -arka bahçe-

 Yaz gelmiş neyime. Tüm kış günlerini babamın Samanpazarı'ndan aldığı, lafta ikinci el fakat gerçekte kaç beden eskittiği belli olmayan yamalı paltomun ağırlığını omuzlarımda taşıya taşıya bir şekilde ezdim. Garibandır babam, otoriterdir dedem. Dedemden de bahsedeceğim elbet, sıra ona da gelecek. Lafı fazla uzatmayayım; anamın kocasını, babamı yani Çiftçi Behçet'i anarken sohbet kapısını aralayayım. 


Tipik bir Anadolu köylüsüdür babam, hafif kamburdur da lakabının hakkını fazlaca vermiş olmasından herhalde, kim bilir? Fötr şapkası fiyakalıdır, kırk dört numara ayakkabıları nedendir bilinmez seksen dört gibi gösterir ayaklarını, iştahlıdır, sigarasının dumanı boğazından fışkıran hırıltılı küfürlerle dans eder... Şimdilerde, iki yıl önce teşhisi konulan ismi lazım olmayan bir hastalıkla mücadele ediyor. Bu sebeple üç ayda bir başkent Ankaramızı da ziyaret ederek Cebeci'de üç arkadaşımla birlikte kaldığım öğrenci evimize misafir gelmekte. İşte bu gelişlerinin birinde, üzerimdekileri de her bir camı yedi numara olan gözlüğü aracılığıyla ince görmüş olacak ki, "evlat gel sana bir palto alalım" dedi. Gerek yok, dememe kalmadan tüm harfleri tokatlarcasına, "olmaz öyle şey" diyerek son noktayı koyduğunu sandıysamda, önce Ankara'nın şiirlere bulanmış ayazına döktürdü durdu birkaç dakika ve sonrasında üşüyeceğimi hatta donacağımı ilan edercesine zalim zatürrenin köyümüzde aldığı canların hikayelerini aralara argo serpiştirerek, ölümlü sonlarını da rahmet dileyerek anlattı. İstikametimiz Ulus oldu. Bir iki mağaza gezdik, üç dört palto denedim her birinde. Üzerime yakışanlar da oldu hani, ne yalan söyleyeyim genç adamız neticede, aynanın karşında kendimi seyrederken eski-yeni hafızamda ne kadar aktör varsa kıyasladım her biriyle kendimi. Hatta komutlar verdim içimden şöyle dur, böyle bak; pozlar kestim dalgın dalgın, inceden. Ya sonra? Üzerlerindeki etiketlerin curcunalı rakamları birbirleriyle yarışırcasına pahalılık yemini etmişlerdi adeta. İki, hatta üç aylık harcamam bir palto eder miydi? Kimine göre belki. Ama yaşam muhasebemde hiç bir zaman bu denli bir harcama kalemim olmamıştı. Ömrüm boyunca benden üç yaş büyük olan abim Cimşit'in eskileriyle çıplaklığımı örttüm, tabi yaşım ilerleyince babamın yıllanmış giysileri de üzerime 'cuk' oturmaya başladı. Kah abimden kah babamdan... Bugünlere geldik ite kaka. Neyse. Dümenimizi İtfaiye Meydanı'na kırdık, gürültülü ara sokaklara adımlarımızı bırakırken babamın ardımızda kalan paltolardan bir tanesini 'keşke alsaydım' minvalinde sözcükleri bir dirilip bir kayboluyordu. Ne de olsa onun gözünde gelecekteki kaymakamlardan biriydim, bürokrasiyi babalık hassasiyetiyle bütünleştirip orta boylu cüssemde somutlaştırmıştı. Severim babamı. Samanpazarı'ndaki mütevazı o ikinci el dükkanının önüne gelene kadar, ara ara 'inat ettiğimi' ilan etmiş olsa da, ikimiz de biliyorduk iktisadi izdüşümümüzü. Haykırmak isterdim, "baba bizim bu çaresizliğimizin ne mikro ne de makro ekonomide karşılığı var; hele Türkiye İktisat Tarihi'nde bize, bizim gibilere tek bir satırı bile hor görmüşler" diye. Sakın üstten baktığım anlaşılmasın, köylü babamın tüm hesap kitabı, ekip biçtiği toprakla hasbihaldir. 

Gıcırtılı kapısını geçtikten sonra dahil olduğumuz dükkanın buram buram küf kokusunu ciğerlerimize çektikten sonra, ellili yaşların başında gösteren iri kıyım bir kadının buradayım dercesine tok sesini işittik: Hoşgeldiniz. Hoşbulduk. Her bir bölümü farklı geçmiş zamanlardan fırlamış çeşit çeşit, renk renk cümbüş diyarı. Müze gezer gibi dolandık bir süre sessiz ve derinden. İşimi göreceğini sandığım paltoları göz ucuyla seçip dükkan sahibinin göz hapsinde denemeye koyuldum. Babam her giydiğime 'oldu' anlamında baş sallasa da kendimce olmayanlar fazlacaydı. En sonunda su lekeleriyle kaplı, az biraz tozlu çatlak aynadaki yansımamdan tatmin olup üç simit parası karşılığında eskimeye yüz tutmuş yeni bir paltom oldu. Ey hayat! O gün alacağımızı almamıza rağmen güzergahımızı değiştirmeden 
amaç edinmişçesine İtfaiye Meydanı'na doğru yürümeye devam ettik.

Dedim ya, yaz gelmiş neyime. Ağır paltomdan, şu an üzerimde bulunan ama birkaç sene öncesine kadar abim Cimşit'in cüssesinde dalgalanan ceketin hafifliği dışında pek bir değişiklik olmadı hayatımda. Ne hayat ama. Uzatmayayım. Üniversitelinin final adını verdiği sınavlar dönemindeyim tüm okullu arkadaşlarım gibi. Sizinle sohbete başlamadan az evvel ismini dahi bilmediğim bir dersin sınavından çıktım. Merak etmeyin, karaladım her bir soruya hatırı sayılır bir şeyler. Şunun şurasında mezun olmama ne kaldı? Son üç sınav. Gide gele eskittiğim koridorlar, amfiler, derslikler ileride mazileşir mi düşlerimde bilinmez ama şimdi bir bankın üzerinde oturup etrafımı süzdüğüm yer olan arka bahçeyi ve her bir karışında gerçekleşen muhabbetlere kulak misafiri oluşumu özleyeceğim aşikar. Fısıltılı dedikodular, ilk flörtleşmeler, bağlamalı ve gitarlı dost söylenceleri, bilimum basın açıklamaları, gürültüsü, patırtısı, afiş asma telaşesi, içilen karton bardaktaki çayların bahanesiyle oluşan doğaçlama ateşli tartışmalar, havaya bırakılan sigara dumanının altında yaşanan sessiz bekleyişler... İsmi henüz konulmamış bu orkestranın son konserlerine tanıklık ediyorum artık. Hadi siz de nasiplenin. Sağım başka, solum başka bir dünyadan sesleniyor. Kiminin eli cebinde, kiminin kalemi elinde. Ara ara dost bildiklerim geçiyor önümden; selamlaşıyoruz, hal hatırla bezeli üç beş cümle kurup vedalaşıyoruz. Alt sınıflardan biri bağırırcasına, "toplum bilimi ve anayasa notlarını fotokopiye bıraktım, isteyen oradan gidip alsın" diyor; bir başkası yanındakine boş sigara paketini gösterip iki dal rica ediyor, birini yakıp diğerini kulak arkasına ödünç veriyor. Türlerini bilmediğim kuşlar, gölgesinde soluklandığım ceviz ağacının dallarında ciyaklarken hemen önümdeki emanet kalabalığın içerisinde bulunan bir kadın nutuk çeker gibi ülkenin son siyasi gündemini aktarmakla meşgul diğerlerine. Oldum olası şu siyaseti bir türlü sevemedim. Anlamam demiyorum, kaldı ki şu Siyasal'ın cenderesine kaptırdın mı kendini, derslerde Konfüçyüs, sokaklarda Gandhi kesiliyorsun ister istemez. İlk zamanlar çok sordum kendime, ne işim var burada, diye. Gelin görün ki; bedenimin buradaki varlığı, yaşımdan da eski bir maziye dayanıyor. Vesselam, şaka gibi.

Anlatayım. 

Otoriter dedem ağa olmasa da, mahzenlerdeki yıllanmaya yüz tutmuş şarapları kıskandıracak yüzsüzlükte epeydir bizim köyün muhtarlığını yürütmekte. Kaç seçim sandıkları kırdı geçirdi. Yalan yok, sonlarda rakip çıkanlara iftira attığına bile şahidim, gel gör ki en ufak bir kanıtım yok. Dile gelip Don Kişotçuluk oynasam sonum iftiraya uğrayanlar gibi kalıcı sürgün olur, ahali tarafından 'yüz karası' ilan edilirim. Faşist diktatörlere taş çıkartır vallahi; Mussoliniymiş, Hitlermiş hepsine rahmet okutur. Köy kanunları acımasız. İşte bu dedem, muhtarlığının körpe yıllarına denk gelen bir zaman diliminde bizim ilçeye atanan kaymakamla, ilginçtir iyi anlaşırmış. Şimdilerde dualarıyla andığı kaymakam, dedemin deyişiyle bizim köyü iki asır ileri taşımış. Kalendermiş, bak sen! İlçeye gidip misafiri bile olurmuş; yağ, peynir götürüp üstüne bir de hürmet edermiş. Onlarca torunu olan dedem, hangi birimizin ismini biliyordur? Orası tartışılır. Fakat kaymakamın soyağacını bildiği kesin, bir keresinde bizim ahırın kapı eşiğinde 'hazır ol' vaziyetinde bekleyen babama 'tek sıra halinde' o bildiği isimleri saydığını gördüm ve işittim. Çocuktum. Çocuksu dünyamda şekillendirmeye bile gücümün yetmediği ilahtı kaymakam. Siyasal'ı bitirmiş, nam-ı diğer Mülkiye'yi. Hey maşallah! 

Dedemin torunlarından ilk üniversiteyi kazanan abim Cimşit'ti. Tercih zamanını çok net hatırlıyorum. Dedemin vücuduna sanki kıran girmişti de yatağa düşmüştü. Ondan habersiz köyde kuş uçmazdı, ama bir kereliğe mahsus uçtu ve Cimşit'in tercih serüvenine kondu. Sonuçlar açıklandı ve Cimşit köyden uzağa, taa İstanbul'a sınıf öğretmeni olmak için yollandı. Bizim büyük diktatör kendine geldiğinde tesadüfen annemden öğrendi abimin marifetini. Öflemiş, püflemiş, babama sayıp dökmüş, anam da nasibini almış; tabi son sözünde de beni anmış, "o diğer oğlan Mülkiye'de okuyacak, o kadar!".

Önümdeki emanet kalabalık, çil yavrusu gibi dağıldı. Oluşan boşlukta kadının sözlerinin yansıması kaldı. Ne garip, herkesin dilinde var bir 'çözüm süreci'. Sonu ne olur bilinmez derken, dün akşam küçük boy televizyon ekranında denk geldiğim bir haberi anımsadım çekilen nutku dinlerken. Gezi Parkı'nda toplanan çevre aktivistleri eylem yapıyordu. Anca öğrenci evinde bulunabilecek düzeyde hayat belirtisi gösteren televizyonun cızırtısından söylenenleri net duyamayıp her yeri bantlı kumandanın ilgili düğmesinin yardımıyla sonraki kanala 'zap'lamıştım, sonra da bir başkasına. Meğer Taksim'de yer yerinden oynamış, hatta oradaki dalga, başka başka şehirlere yayılmış. Öyle ki gece Kızılay'da bir grup eylemci polisle kafa kafaya gelmiş, bugün de eylemler devam edecekmiş.

Bir 'of' çekesim var. Doksanlarda çocuktum, koyun güder, tarla süren babama yardıma koşardım. Cimşit'ten yediğim dayakların sayısız mesaisinde, araya oyunlar da sıkıştırırdık abili kardeşli. Her akşam tezek sobasının ısıttığı odamızda günün filmini heyecanla beklediğimiz dakikalardaysa haber bülteni olurdu her daim; ülkenin hayrına olmayan bir olay yaşandı mı, sunucunun, milenyuma şu kadar kala, bu kadar kala benzeri söylemleri hep ilgimi çekerdi. İki bin yılına şurada ne kalmıştı? Söylenen rakamlar her yıl birer birer azaldı, bense her azalan rakama inat birer birer yaş aldım. Büyüdüm mü? Nerdee. Hey gidi, tam tamına milenyumun üzerinden on üç yıl altı ay geçmiş. Geçmiş ama bir şeyler hâlâ yerinde sayıyor sanki? Yok yok, belki de geriye doğru bir eğimde savruluyoruzdur? Aman be, ne saçmaladım. Zaman ilerliyor, herkes gibi 'rap rap' ayak uyduruyoruz; medeniyeti yaşıyoruz dibine kadar. Benimki anca laf salatası. Hangi medeniyet? Tamam, sustum. 

Gökyüzünün tarifsiz maviliğine hayran kalıyorum arka bahçede. Günün sınavları noktalandığından etraf daha bi kalabalıklaşmış, karşılıklı banklara oturan hocalar günün yorgunluğuna peşkeş çekmiş, ayaklarımın dibindeki üç küçük karınca boylarından büyük işlere kalkışmış... Neler neler olmuş. 

Yaz geldi ve son üç sınavımın akabinde ver elini işsizlik. Meslekte öğrenmedik ki lanet olsun, Cimşit her ne kadar atanamamış olsa da en azından bir mesleği var. Gerçi bizimkiler konu komşuya caka satarcasına, "Cinşir kaymakam olacak" diyor, hadi bakalım sonumuz hayrola; yok yok Cinşir kadar başınıza taş düşe. Gerçi fena da olmaz, kalın puntolarla 'kaymakam Cinşir Bey'. 

İsmini kim koydu yahu, sorunuzu duyar gibiyim. Söyleyeyim. Annem. Ne yapsın garibim dört kız doğurmuş peş peşe, imdadına Cimşit yetişmiş. Ataerkillik bizim oralarda baş boyunu geçeli bir hayli oluyor. Babam, dedemin gazabının fitiliyle Cimşit'i az bulmuş olacak ki bir daha denemiş annemin yakarışlarını duymazdan gelerek. Ya tutarsa? Tutmuş. Annemin eltilerinden eksik ne yanı var, onlar erkek çocuklarının isimlerini kafiyeli koyar da annem kayıtsız mı kalır? Hümmet ve Hikmet büyük amcamın; Fahrettin, Selahattin ve Bedrettin küçük amcamın erkek çocuklarının isimleri. Gerçi benim başıma gelen, kafiyeden çok biraz harf oyunu gibi.  Varsın olsun, alışıyor insan zamanla. İsmimle barışık gözüksem de, akran zorbalığı dedikleri illeti iliklerime kadar hissettim 'Cinşir' yüzünden. Alay eden mi dersin, dışlayan mı dersin... Dedemden korkanların çocukları ailelerinin öcünü alıyordu pervasızca. Bir gün sümüklü burnumla ağlaya ağlaya gittim annemin yanına, kazağını hışımla çekip, "neden benim adımı Cinşir koydun karı, madem Cimşit'e uyduracaktın Hurşit koysaydın ya" diye bağırdım. Ana yüreği işte, önce elleriyle gözlerimdeki yaşı silerek sakinleştirdi isyan eden hırıltımı, sonra da kazağının çekiştirdiğim eteğiyle temizledi burnumu. 

Ne kalan sınavlarıma çalışasım, ne de eve gidecek gücüm var. Bugün yemek yapma sırası da bende olmadığına göre, biraz daha pinekleyebilirim pek tabii. Hem, sağ olsun dekan beyin biz öğrencilere armağanı olan sıcak çorba ikramına da pek bir şey kalmadı. En iyisi mi, oturduğum banka biraz daha yayılarak devam eden bekleyiş ayinimi sonlandırmamak. 

Of ki ne of. Of of, anam anam, ayaklarım nasıl da uyuşmuş, hissetmiyorum her ikisini de. Hoş, kalkmak istesem bile, zorunluluktan tekrar çivilenecekmişim tam da olduğum yere. Haydaaaa! Hemen solumdaki bankta oturanlar ne konuştular be. Lenin'in kitap başlıklarını andıran iki üç cümleyi doğru dürüst kurunca devrim olmuyor beyler, diyesi geliyor insanın böylelerine. Bak bak, 'Sefaletin Felsefesi' üzerinden  vuruyor şimdi de ekonomik düzeni yarım yamalak okumasıyla; bu kendini çok bilmiş sanan fırlamaya yanıt vermek isterdim ama Marx kadar zamanım yok maalesef.  Ulan, bir kere sigarayı ciğerlerine çekişinde hayır yok; yazık ki Proudhon'a an itibariyle kemikleri sızlıyordur yattığı yerde. Amaaan bana ne; anarşistler, sosyalistler ve komünistler düşünsün. Benim sefaletim bana yeter. Aha! Çorba taşıyan kamyon da arka bahçemize teşrif ettiler, nihayet! Yarım saate servis etmeye başlarlar.

Kambersiz düğün olmaz; kızıl sakal ve yanındaki siyah kadife ceketli sırık da göründüğüne göre ufukta, arka bahçe şimdi tam kadro. Her geçen saniye biraz daha yaklaşıyorlar bulunduğum yere doğru. Kızıl sakalı okuldaki ilk günderimden tanırım. Selamlaşırız, öteye de gitmemişizdir. Radarına girmiş olacağım ki, sırıta sırıta dibimde bitiyor kızıl sakal; arkada bir başkasıyla muhabbete tutuşup kalan sırıkla boyları da eşitliyor göz hizzamda. "Cinşiir nasılsın? Görünmüyordun epeydir, iyisindir umarım?". İyiyim, malum bitirme telaşesi. Sen de görüşmeyeli sakalları daha bir uzatmışsın. Yakışmış."."Ha hah ha. Sağ ol! Çorbaya geldik arkadaşla. Hadi kolay gele!". "Eyvalla!". Elindeki avuç içi kadar telefonu, kıvrak sağ elinin parmaklarıyla döndüre döndüre eksik kaldığı muhabbet bağlarına uzayıp sanki hep oradaymışçasına söze dahil oluyor Kızıl sakal. Bak bak, sırık beyin en büyük hayaliymiş ülkeyi karış karış gezmek, hem de bisikletle. Ne içiyor bu insanlar? Gerçi bizim köyün bazı eskileri çalışmak niyetiyle Ankara'ya yürümüş. Her yürüyüş sahibinin az biraz abartılı var bir hikayesi. On günde bilemedin on bir günde varmış her bir cevelan farklı tarihlerde. Şimdi düşününce 'neden olmasın' diyor insan haliyle; ama bu sırık değil ülkeyi, şehrin sınırlarını dahi aşamaz. Belki buradan Kızılay'a gider, kaldı ki onu ben bile yaparım. Tabii, önce bisiklet sürmeyi öğrenmem gerek.

Şu sol yanımdakiler var ya, alem çocuklar. Neymiş efendim, Lenin şimdi yaşıyor olsaymış kesin saç ektirirmiş. Hem de Küba'da yaptırırmış malum operasyonu. He oğlum he, Che'de sakal ektirirdi Havana'nın göbeğinde. Töbee töbee, yaratıcıkta sınır yok. Uzun lafın kısası, öğrencide esrar etkisi bırakır bu arka bahçe.

Burada solumaya başlamamla dedemin has torunu olmam çakışmakta dostlar. Ankara'nın ayazını teftişe çıkan güneşin boz bir renk haline bürüdüğü paltomla gireceğim son sınavıma dört gün sonra. Maksat, manidar olsun. Dikta rejimlere şapka çıkartırcasına sinik yetişmiş, yufka yürekli babamla ve tüm yükü sırtlayan annemle dümen olacağız geleceğe. Bakalım hayatın sürprizi ne olacak? Payıma düşeni elbet anlatırım bir başka sefere. Şimdilik heybemdekiler bu kadar. Zaten çorba kuyruğu da kütüphanenin önünde oluşmuş gevezelik yaparken, çok da arkalara kalmamak lazım. 

Bana müsaade. Cinşir kaçar, haydi selametle! 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİSİKLET, TERLİK ve YOL HİKÂYELERİ

BİR ÇOCUKLUK HASTALIĞI: FUTBOL