BİR ÇOCUKLUK HASTALIĞI: FUTBOL

 98 Dünya Kupası başlamış, okulların kapanmasına da günler kalmıştı. Hagi’den dolayı kupada Romanya’yı tutuyordum. Evimizin birkaç yüz metre ilerisinde her salı kurulan pazardan 10 numaralı Romanya formasını daha kupa başlamadan önce babama aldırmıştım ve her gün o formayı sırtıma geçiriyordum; okulda, evde, sokakta…


Yine böyle bir gün okulda maç oynayacağımızı bildiğimden önlüğümün altına malum formamı giyerek evden çıktım. Okulun son günleri olduğundan öğretmenimiz ders işlemiyordu ve soluğu okulun bahçesinde alıyorduk. Takımları hemen belirleyip, başladık top peşinde koşmaya. Birçoğumuzda Bağcılar’ın farklı pazarlarından alınan ulusal takım formaları vardı; Brezilya, Fransa, Arjantin, Hırvatistan, Hollanda… ve tabi Romanya. Fakat bizim takımın defansında oynayan Dursun’un formasının önünde kocaman harflerle hiç duymadığım bir takımın ismi yazıyordu. Dursun, Dünya Kupası modasına deyim yerindeyse ayak uydurmamıştı. "Oğlum bu ne lan, hangi ligde oynuyor bu takım", dedim topun oyun alanından çıktığı bir an. "Bu bizim takımın forması, mahalle takımı kurduk. Bizim bir arkadaş var Yaşar, hani şu özel okula geçen var ya, onun babasının konfeksiyon atölyesinde yaptırdık formaları, takımın adını onlar koydu, formaları da beleşten yaptı" diye cevaplayınca Dursun, devam ettim,"vay anasını, oğlum çok güzelmiş lan bu forma, takımın ismi biraz değişikmiş ama, olsun". 


Top bir o kalede bir diğer kalede gidip geliyordu. Ofsayt denilen futbol terimi sokak maçlarında hiç anılmadığından olsa gerek hemen bütün ataklar golle sonuçlanıyordu. Oynadığımız maç atılan golleri sayamayacak düzeye geldiği zaman biraz kavga, az biraz tartışma, küfürleşme derken kendiliğinden son bulmuştu, tıpkı önceki maçlar gibi. Maç bitince Dursun’un yanına gittim. "Dursun lan, bizim takımla sizin takım maç yapsa ya" ,"olur ama maç bizim evin orada olursa" , "niye" , "Yaşar gelemez sizin oraya, annesi izin vermez. Hem bizim takımın topları Yaşar’ın." , "süt çocuğu mu oğlum bu Yaşar, tamam geliriz. Sen günü belirle" , "yarın akşam olsun o zaman, zaten her akşam maç yapıyoruz, söylerim bizimkilere, sen de sizinkilere söylersin" , "tamam Dursun". Dursun’un takımıyla maçı kapmış, okul çıkışı koşa koşa eve doğru gitmiştim. Sokakta gördüğüm arkadaşlara Dursun’la aramızda geçen diyaloğu hızlıca anlatmıştım. Anlattıklarım kulaktan kulağa aktarılarak tüm takıma kısa sürede yayıldı.


Bizim takımın adı Birlikspor’du, ama takımın sadece adı vardı, ne bir topumuz vardı, ne de formamız. Topa hep burun vurduğumuzdan ve hepimiz sağlak olduğumuzdan top oynadığımız ayakkabılarımızın hepsinin sağ başparmak kısmı aşınarak zaman içerisinde delinmişti. Dursunların forması vardı, bizim de olmalıydı. Ama nasıl? Kısa bir beyin fırtınası yaptıktan sonra bulmuştuk çözümü. Her birimiz kış aylarında giydiğimiz fanilalarımızdan getirecektik ve tahta kalemle ön kısmına Birlikspor, sırt kısmına ise hem numaralarımızı, hem de ismimizi yazacaktık. O akşam top oynamadık, dondurma paralarımızı da tahta kaleme yatırmıştık. Özenerek uğraştığımız ‘formalar’ gece yarısına doğru hazırdı, Hagi’den dolayı on numara zaten benimdi.


Geceden kalma heyecanla gittim okula. Dursun’a hazır olduğumuzu, saat beşte geleceğimizi söyledim. Dursun’un üzerinde tabii ki akşamki maçta giyeceği forması vardı. Son ders zili, eve gidiş, arkadaşlarla buluşma derken Dursunlarla maç yapacağımız yere doğru yürümeye koyulduk. Üzerimizde Birlikspor yazan forma görünümlü fanilalarımız, altımızda sürekli giydiğimiz şortlarımız ve ayağımızda sağ başparmak kısmı delik ayakkabılarımız… Dursun ve arkadaşları top oynayacağımız yerde giydikleri formalarla bizi bekliyordu. Dursun’un, "Oben, bu üstünüzdeki atletler ne lan, palyaço gibi olmuşsunuz", sözleri başta keyfimizi kaçırsa da kuru bir söylemle “forma”, olmuştu. Dursun ve arkadaşları halimize gülerken top ve kale seçimini yapmıştık. Onlar başlayacaktı, ama ‘forma’larımıza güldüklerinden bir türlü ilk vuruşu yapamıyorlardı. "Hadi lan Dursun, başlayacaksanız başlayın" dememle, Dursun’un gülmeye devam ederek "tamam lan, tamam" demesi bir oldu. Maç nihayet başlamıştı. Oynadığımız topun sahibi Yaşar, onların forvetiydi, ayağındaki futbol ayakkabıları Dünya Kupası’nda oynayan futbolcularınkindendi ve Yaşar topu her istediğinde alabiliyordu, ama bizimkilere de kaptırması kaçınılmaz oluyordu. Daha terlemeye yeni başlamıştık ki Dursunlara dört tane gol atmıştık. Adeta Yaşar kaçırıyor, biz atıyorduk. Dakikalar sonra maç 7-0 olmuştu ve sonradan Yaşar’ın annesi olduğunu öğrendiğimiz kadın, oğlunu eve çağırmaya başlamıştı. Beş dakika kadar kadının, "Yaşar, Yaşar, Yaşar…" bağırtılarıyla maç devam etti, biz o süre de 2 gol daha attık. Yaşar kendisine atılan pası eliyle tutarak maçın bittiğini, annesinin çağırdığını söyledi. Top Yaşar’ındı, bitiş düdüğü de annesinin "Yaşar, Yaşar, Yaşar…" bağırtıları. 9-0 yenmiştik Dursunları. Eğlenme sırası bizdeydi, Dursunların maçtan önceki kahkahalarına misliyle karşılık verdik. Bir sonraki gün Dursun, okula arkasında Rivaldo yazan Brezilya formasıyla gelmişti.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SİYASALLI CİNŞİR -arka bahçe-

BİSİKLET, TERLİK ve YOL HİKÂYELERİ