DARMADAĞINIK ANLATILAR - 2

Güvenpark'ın işlek banklarından birinde oturarak önünden gelip geçen insanların bilinmezliğe gidercesine kayboluşlarına bakakalıyordu İlyas. Yüzlerinde, umuttan umutsuzluğa seyreden çizgileri vardı her birinin. Bir çoğunu kendisine benzetti, kimisine acıdı. Seyyar satıcıların bağırışları, telaşlı öğrenciler, utangaç sevgililer, emekli teyzeler ve amcalar, sivil polisler, durağan köpekler, çete kurmuş kediler, tozlu ağaç yapraklarında belirli belirsiz kuşlar, sadaka isteyen dilenciler parkın çeşitli yerlerine dağılmıştı, her biri farklı zamanlardan, coğrafyalardan geliyordu. İç içe geçmiş, rengarenk halkalardan farksızdılar. Öncesinden sardığı tütünü dudaklarının bilindik kısmına sıkıştırarak akşamın karartısını olduğu yerde karşılamak istercesine kibritini ateşledi. Çocukların uzaklardan yankılanan kahkası, kadim bir kente ait ezginin nakaratındaki yaşanmışlığı ve umudu canlandırdı. Annesini düşündü, babasını düşledi. Kardeşinin ilk diş çıkarırken yaşadığı huysuzluğu anımsadı. Yüzüne vuran tebessümün toyluğuna aldırış etmeden anılar nehrinde akıntıyı arkasına alarak kulaç atmayı sürdürdü. Sararmış parmakları arasındaki tütünü sönmeye yüz tutmuştu. 


"Çay ister misin abim, sıcak sıcak iyi gelir." Üzerinde benek benek kir izleri olan turuncu şapkasını kafasına ters bir şekilde takmış, muhtemelen tuttuğu takımın taklidi olan çubuklu formayı da üzerine geçirmiş, on beş, bilemedin on altı yaşlarında, yüzündeki sırıtışından geleceğin esnafı yorumlarının kolaylıkla yapılabileceği, akranlarına göre orta boylu, biraz da çelimsiz bir çocuktu karşısındaki. Kararmış elleriyle tuttuğu termosları şimdilik tek sermayesi gibi duruyordu. Ver bakalım bir tane demli çay, dedi İlyas. "Heyt, abime kan kırmızı çayın hasını vereyim hemen." Tuttuğu termosları, İlyas'ın oturduğu bankın boş kısmına kıvrak hareketlerle koydu. Birinde çay, diğerinde kaynar su vardı. "Abim, şeker istiyon mu?" "İki tane ver bakalım." Sırtında taşıdığı çantadan söylenen kadar şekeri ve karıştıracı uzattı. "Eyvallah." İlyas cebindeki bozuklukları verirken, biraz meraktan, az biraz da laf olsun diye işlerin durumunu sordu. "Şükürler olsun abim günlük harçlığım çıkıyor, öğlen iki gibi geliyorum. Termos ne zaman biterse o zaman eve gidiyorum. Bazı günler Kuğulu'da da takılıyorum, oradaki bebelerle aram iyi, ama genelde burdayım. Çayım güzeldir dimi abim?" Çayı pek beğenmemişti İlyas, ama karşısındakini kırmamak adına cevap niyetine kafasını onaylar şekilde sallamıştı." Sağol abim benim, afiyet olsun. Hadi Allaha emanet ol."" Teşekkürler genç, sende." Termosları tekrar kavradı. Parkın bir başka yerine tünemiş insanlara satış yapma telaşıyla uzaklaştı. Sıcaaakk çaaayııımm vaaar, abileeerrr ablaalaarr sözleri bir kaç kere yankılandı, anlaşılmaz ses yığınlarına dönüştü. 


Akşamın serinliği hafiften hissedilmeye başlamıştı. İlyas'ın eve gitmek gibi bir niyeti yoktu. Bulunduğu yerden kalkarak kocaman heykellerin yanından geçti, güvercin dışkılarına basa basa bulvarın ışıklarında buldu kendini. Kırmızının yeşile dönüşeceği saniyeler azalırken, bir kaç saat öncesinde kurguladığı geri sayımları hatırladı. Yanında birikenler çoğaldı. Beklenen an geldiğinde, tarih kokan filmlerin savaş sahnelerine dahil olmuş insanlar kapladı koca yolu. Ellerde tutulan ve sırtlarda taşınan, kılıç ve kalkana dönüşürken mitolojik tılsımlar başkentin göbeğinde bekleşen araçların hırıltısını dizginlemişti. Taktikler, manevralar, hesaplar ve kazanımlar. Geçmişten ödünç kahramanlar, çil yavrusu gibi koşuşturan başkentliler oluverdi ve savaş meydanında bırakılan izler, yüzlerce tekerleğe mikrop gibi bulaşarak şehrin bir çok yerine yayılmak istercesine uzaklaştı. 


Adımbaşı büfeleriyle, pasajlarıyla, kitapçılarıyla, çeşit çeşit dükkanlarıyla ve tabii ki merdivenleriyle karşılayan Karanfil Sokak, sıralı solgun ışıklarıyla ip gibi uzamaktaydı İlyas'ın önünde. Vitrin önlerine dizilenlerin hayallerini okuya okuya sokağın derinliklerinde buldu kendini. Dönercilerin, kebapçıların, kahvecilerin kamusal alan da neymiş dercesine mekanlarının önüne eklediği 'kaçakyan'lar, bir zamanların şiirlerini yazdıran görüntüden çok uzaktı. Tasarımdan nasibini almamış, daracık koridoru andıran düzlükten geçme gafletinde bulunanların oluşturduğu sıkışıklıktan payına düşene göğüs gererek ilerledi. Karanfil ve paralelindeki tüm mevkidaşlarını bıçak gibi ortadan ikiye ayıran, dersaneleriyle, ofisleriyle, dil kurslarıyla kariyer basamaklarını tırmanma uğraşı içerisinde olan yaşamların belirli zamanlarına tanıklık etmiş Meşrutiyet Caddesi, soluksuz mesaisini sürdürmenin sıradanlığıyla yeni hikayelere gönülsüzce kucak açıyordu. Caddenin kaldırımlarını ödünç alırcasına Konur'un özgün havasına dahil oldu. Bu şehre ilk geldiği zamanlarda iki solukluk mesafede isim değiştiren sokakların, mahallelerin, semtlerin oluşunu tuhaf karşılamıştı. Hatta kendisinin belirlediği ve kendisinden başka kimsenin bilmediği tek kişilik oyun bile kurgulamıştı. Hayli haşır neşir olduğu rakamlardan bezenmiş süreler boyunca, katettiği mesafelerde biriktirdiği lokasyonların sayısını bir sonraki gün arttırmak ise bu oyunun tek kuralıydı. Kafasında şekillendirdiği kroki, kabarık bir hal aldığında aksamalar yaşadı, fakülteye hapsoldu, çalıştı, çabaladı, edinilen çevrelerin gediklisi haline geldi. İlk günlerin heyecanının üzerini zamanla kaplayan duyarsızlık hissi, amansız bir hastalık gibi duygularını ele geçirmişti. Mekik dokuduğu yerler bir noktadan başka bir noktaya uzanır hale gelmişti. Konur Sokak'ta uğrak yerlerinden biriydi. Öyle ki, iş çıkışlarından sonra bindiği minibüsü sokağa en yakın konumda, müsait yerde inecek var, diyerek durdurup bilindik mesafenin izini sürerdi. Otobüs veya metroyu kullandığı zamanlardaysa bu durum, Kızılay durağında veya istasyonunda başlayan ve yine malum yerde sonlanan bir hal alırdı. Birbirine benzeyen apartman dairelerinden bozma mekanlar, katlar arasına sıkışmış sosyal alanlar sunuyordu. Çoğunluğunu öğrencilerin oluşturduğu müdavimler, iki lafın belini kırmak deyiminin karşılığını hakkıyla vererek gündüzden geceye yol alan sarmaşığın kök salan her bir yaprağını oluşturmaktaydı. 


Bilindik apartmanlardan birine dahil oldu. Koridoru aydınlatan ışık, kandil lambalarından ödünç alınmış loşluğu yayma gayreti içerisinde karşıladı İlyas'ı. Duvarlara yayılmış harflerin oluşturduğu sloganlar ve söylemler eşliğinde Hakkı'nın çalıştığı mekanın ara kattaki girişinde belirdi. Arkadaşı, siyah ahşapla döşenmiş, birhayli fiyakalı barın ardında bulaşık makinesinden yeni çıktığı belli olan bardaklardan birini parmaklarıyla doladığı kulpundan tutarak, diğer eline geçirdiği emektar bezle olağan su lekelerini silme gayreti içerisindeydi. İlyas'ı farkettikten sonra yüzünde beliren tebessüm dostane bir kahkahaya dönüştü. "Ooo kimler buradaymış. Hoşgeldin işsiz arkadaşım, nasıldı son iş günün?" Karşısındakinin neşeli tavrı, içinde bulunduğu bohemliği bir nebze olsun azaltmıştı. Aynı dirençle karşılık vermeyi çok istediyse de, ağzından dökülen ilk bir kaç sözcük harabeye dönmüş hikayesi tüteken mesken yerlerinden farksız değildi. Ardından kelimeler irili ufaklı cümlelere dönüştü, sonlandı. "Kardeşim, sen kafana göre bir yere geç. Benim de yarım saatlik bir işim var, biraz laflar eve geçeriz." "Hayırdır, ne ara bu kadar erkenci oldun? Sizin gün daha yeni başlamıyor mu?" "Malum, sınavlar. Haziran ortasına kadar haftasonu çalışacağım. Sağolsun Cebo Abi, bugün içinde güzellik yaptı, ondan erken çıkacağım." "İyiymiş, hadi kolay gele." "Duur dur, şu biranı al öyle geç." Hakkı, bira kulesinin tepesindeki musluğun ağzına elindeki bardağı yan yatırarak köpürtmemeye özen gösterircesine doldurma işlemini sürdürdü. Sonlandırdı. 


Masaların çoğu boştu, diğerlerinde tanıdık yüzler yerlerini almış, koyu bir hasbihalin içerisindeydi. Cam kenarında bulunan yerlerden gözüne iliştirdiğine geçip tuttuğu bardağı önünde dağınık duran altlıklardan birinin üzerine yerleştirdi. Sandalyenin rahatsızlığına aldırış etmeden fonda çalan ezginin büyüsüne kapıldı, bulunduğu yükseltiden sokağın vadi çukurunu andıran görüntüsü seyretti, kafasında yoğrulan düşünceler bitmeyi bekleyen yapbozun parçaları gibi dağınıktı, uğraşası bir vardı iki yoktu... 


Sahnenin önünde belirli belirsiz karartılar çoğaldı, canlı performans için son hazırlıklar yapılıyordu. Akortsuz bağlamanın hoporlöre yer edinen tıngırtısı kulaklarda çınladı. Kılıfından çıkarılan gitar, yeni doğmuş bebeği dikkatle tutan hemşirenin gösterdiği titizliğe meydan okurcasına sanatçının dizinde yer etti. Bir ucu müzik sistemine bağlı olan kablo, göbek bağı gibi enstrümanın parçası olmuştu. Kulağı okşayan tınıların seçilir hale bürünmesiyle birlikte, keyifli dakikalar vadeden müzisyenlerden oluşan grup, repertuvarlarının kılavuzluğunda notalardan örülü yolculuğunu ağır ağır başlatmıştı. Rezerve yerlerin kiracıları peşi sıra akın ediyordu. Gölgeleri boş tabaklarda beliren bar emekçileri, verilen siparişleri getirip boşalan ne varsa götürüyordu; adisyonlar arttırttıkça, üzerine atılan çizgiler de çoğalıyordu. Sanatçının nağmeleri hızlandıkça, tokuşturulan kadehlerin ritimsiz hal alışından yorulan kollar, usanmış yüzler; fiyakalı küfürlerin edebi sözlerle bütünleşerek siyasi dinazorlara dönüştüğü vakitlere geçiyordu. Masalarda toplaşanlar, farklı dünyalarla meşguldü, tarih öncesi medeniyetleri çağrıştıran uğultuları da ortak noktalarıydı.


Hakkı, İlyas'a söylediği süreyi geciktirerek, elinde tuttuğu içi yarısına kadar kırmızı şarapla dolu kadehiyle, masadaki yerini aldı. "Kusura bakma kardeşim, yoğunlukta biraz destek oldum arkadaşlara." "Yok ya ne kusuru." "Ee, hadi o zaman gelecek günlere içelim dostum." "Eyvallah." Kollar havada usulca dalgalandı, köpek haykırışı gibi çarpıştı umutlar. Ölenler dirildi, hiç binilmeyen atlar şahlandı, kayıp memleketlere raylar eşliğinde soludu trenler... İlyas, ikinci bardağından kocaman bir yudum aldı. Biranın ağzında oluşturduğu tat, yüzünün ekşimesine neden oldu. Kendine geldikten sonra, sanatçının söylediği müziğe eşlik ederken buldu kendini. Mızrap, bağlamanın teknesi üzerinde hikayeden hikayeye kuş misali konmaktaydı. "Biramı bitirince kalkalım." "Nasıl istersen." Lavaboları arşınlayanların oklava yutmuş hallerinde bilindik telaşlarını sonlandırma gayesi salgın bir hastalık gibi yayılıyordu Cebo Abi'nin mekanında. 


İki arkadaş, tanıdık yüzlere güzel geceler temennisinde bulunarak kasaya yöneldi. Hakkı, içilen kadar tutan hesabı ödemek için İlyas'dan erken davranarak gün boyu arkasında durduğu barın önüne yayılırcasına yaslandı, kasadaki arkadaşı, olur mu öyle şey, der gibilerinden okkalı bir bakış fırlattı. Hakkı kararlı, karşısındaki de pek cevval. Alırsın, almam vaziyeti sürerken, Cebo Abi'nin çatallı ve bir o kadar gür sesi horoz dövüşünü sonlandırdı. Hakkı, hükmen mağlup sayıldı. 


Geceyi sokakta karşılayacak olan işportacılar, muşambaları, brandaları, kalın ve ince bezleri gidiş gelişi aksatmayacak şekilde, özenle kaldırım taşlarının üzerine sermişti. Kitaplar, el yapımı bileklikler ve çantalar, posterler, hediyelik eşyalar sergiye çıkmışçasına alıcılarını bekliyordu. Tezgahlara ilişen gözleri, bi güzellik yaparız, diyen diller karşılarken, bir şehrin nefes alış verişinin tanığı olduklarının farkında değildi birçoğu. Detaylı sorular, yapılması planlanan hesaplı pazarlıkların girizgahıydı; biraz da öğrenci işi bir fiyat koparabilme amacı güden bu durum, her defasında mutlu sonla bitiyordu. Markaların burada karşılığı yoktu, dayanışmaya dair kırıntılar fazlacaydı. İlyas, onlarca kitapla örülü tezgahın alengirli görüntüsüne kapılarak sokuldu. Ardında beliren arkadaşı da, yakacağı yorgunluk sigarasının dumanını mümkün olabildiğince en az kişinin rahatsızlık duyabileceği bir yer aradı, bulamayacağını farkedince de İlyas'ın yanına konumlanarak yıllardır kullandığı has çakmağını alevlendirdi. "Hocam, fazla sigaran varsa bir tane rica edebilir miyim?" "Tabi abi, buyur." Hakkı, cebinde büzüşen paketi kitapları satan kişiye uzattı. Özenle alınan tek dal, aynı özenle Hakkı'nın avuç içine parlayarak yayıldı. Kitapçı, tezgahının önüne diz çöküp kitapları yakından inceleyen, muhtelen yarı yaşındaki İlyas'ın sayfalarını karıştırdığı satırlarda yer alan hikayeleri anımsadı. Karakterler yıllar sonra uyanmış olmanın masalsı tedirgiliğiyle hayali yüzlerini etrafa saçarak dolanmaya başladı. Şairler yarım kalan şiirlerini bitirme heyecanı içinde, fabrikalarında grev başlatan emekçilerle kol kola bir bütün oluşturarak sokağın başındaki İnsan Hakları Anıtı'na doğru yürüyordu. Sloganlar şiirleri, şiirler sloganları körüklüyordu. Evrensel bir ressamın özgürlük figürleriyle buluşuncaya dek haykırdılar, haykırdılar... "Bakar mısınız? Pardon!" Haykırışların coşkusunu zamansız bölüveren söz, vücuda bürünmüş bekliyordu. "Buyurun." "Şu kitabı soracaktım." Telefon ekranına sıkıştırılmış bir kitap kapağıydı gösterilen. "Maalesef." Kitapçı, sigarasının son kalıntılarını hızlı hızlı bir kaç kere soludu. Söndürdü. Karşısındaki genç kitabın farklı sayfalarını incelemeye başlamıştı. "Elinde tuttuğun kitap, pek burada biteceğe benzemiyor. O kitabı sana hediye edeyim. Zaten kaç gün oldu getiriyorum, bir sen ilgilendin." Kitapçı, saniyeler önce yaşadığını bu kez İlyas'a yaşattığını düşünerek devam etti: "Genç, senin gibi kuyumcu titizliğiyle kitaplara dokunan, sayfalarını dikkatle karıştıran çok kimse kalmadı. Gelip geçen insanların çoğu bu kitapları bütün olarak görüp, kapaklarına dahi bakmadan, şu kitap var mı, o kitabı getirebilir misin gibi sorularla yıldırıyor. Her gün aynı sahne. Koca dükkanı olan, yayınevleriyle anlaşmalar yapmış kitapçı muamelesi görüyorum resmen. Sahaf kültürünü yok ettiler maalesef. Halbuki önceden böyle miydi, sahafların müptelaları olurdu, dükkanlar kendine has kokusuyla içeri davet ederdi. Raflarda seçilenler, kitaplardan oluşan kuytularda didik didik edilirdi. Alınırdı, alınmazdı. Çok da önemli değildi. İçilen çayın, sohbetlerin tadı olurdu. Peki ya şimdi, bir elin parmağını geçmez böyle yerler." Geçmişe dair özlem, yığınla kırık dökük duygular biriktirmişti kitapçının şatafattan uzak dünyasına. Bireysel ilişkilerin dayattığı cenderelerin yaşam alanlarımıza sinen, farkında olmadığımız anlarda bizden olanı koparan sinsiliğine bir müddet daha saydı, sövdü; belki saniyeler sürdü, belki de saatler... Asırlık gerçeklerdi ne de olsa diyerek dile gelmişti iki arkaşın huzurunda. "Bağışlayın, kafanızı şişirdim" . Etraflarında olan bitenden soyutlanmışcasına kitapçının son sözlerine aynı anda; fakat farklı sözlerden oluşan doğaçlama bir itirazda bulundu gençler. 


Ara ara kendini hissettiren cılız rüzgar, daha da cılız olan çerçüpü bir tezgahtan başka bir tezgaha doğru sürüyordu. Kimi yorgun düşmüş, kimi umduğunu bulamamış... Ellerinde kalanları bir sonraki geceye saklama gayretiyle toplanan sergilerin yerini, temizlik görevlilerinin düz bir sopaya iliştirilmiş bidondan bozma plastiğin tek yarısından olma faraşları ve isimsiz bir ormanın eski sakinlerinden olduğu pek belli, maydanoz demetlerini andıran çalıçırpı kümelerinin eteklerini çevrelediği bir başka sopada hayat bulmuş süpürgeleri devraldı. Oynatıcısının belirlediği figürlerin dışına çıkmayan, folklorik bir büyünün can damarını oluşturan gidiş gelişler, cümle alemden yayılan uğultuları seyyar bir orkestraya dönüştürerek şovuna başlamıştı. Kitapçının sözleriyle başlayan söylev, karşılıklı diyalogları doğurarak çoğu boğazda düğümlenen hayallerin dile gelen firari tılsımlarına kucak açtı. Seçilen kitaplar solgun market poşetinin davetsiz misafirleri olarak ağırlanırken, İlyas'ın cüzdanında uyuklayan eskice bir banknot okunacak yeni yazarların sınırlarına dahil olmanın nişanesi olarak belirdi ve hediye verilen yıllanmış satırlar için ayrıca teşekkür edildi. İki arkadaş gecenin sonuna doğru adım atarken, sırtlarında ilçe belediyesinin kubbe görünümlü fosforlu ismini taşıyan temizlik görevlileri, mıntıkalarına üç karakterli vals gösterisini yaymakla meşguldü ve her biri gecenin son sahnesini noktalamak için sokağı ele geçirme gayreti içerisindeydi.


                              -devam edecek-

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SİYASALLI CİNŞİR -arka bahçe-

BİSİKLET, TERLİK ve YOL HİKÂYELERİ

BİR ÇOCUKLUK HASTALIĞI: FUTBOL