SOKAKLARA AÇILAN SİLUETLER

Geçmişin satırlarını ararken, fonda bilindik bir melodi tercümanım olmuştu gecenin derinliğine doğru adım atarken zaman. Düşlerimdeki sözcüklerle, sanatçının nağmeleri arasında gidip gelirken, çevremde olup bitene göz gezdirdim bir süre. Her bir masa farklı dünyaların izdüşümüyle meşguldü, tarih öncesi medeniyetleri çağrıştıran uğultuları da tek ortak noktaydı. Bitmesine tek yudum kalmış bira bardağım ve küllükte unutuverdiğim, ucu çoktan sönmüş sarma tütünüm masamdaki gerçeklermiş gibi dururken, hiç dokunmadığım içi fıstık taneleriyle dolu olan tabak ise firari bir fazlalıkmış gibi sırıtıyordu. Halbuki sıradan bir günün belirli bir zamanıydı, herkes için olması gerektiği gibi ilerliyordu ilerlemekte olan. Fiyakalı küfürlerin, edebi sözlerle bütünleşerek siyasi bir dinazora dönüştüğü vakitlerden geçiyorduk. Mekan, bir önceki yüzyılın icadı olan toplu taşıma araçları gibi, deyim yerindeyse tıklım tıklımdı. Biten bira bardakları dolusuyla hızlıca değişirken, iki tek keyifçileriyse bilmedikleri geleceklerine içiyordu her tokuşturmanın ardından. Sanatçının nağmeleri 'ezdirmem sana kendimi' oldu bir ara, işte o an masalarda gizlenen şarap kadehleri bir köpek haykırışı gibi çarpıştı birer ikişer. Ölenler anlık dirildi, hiç binilmeyen atlar şahlandı, hayali kurulan sevgililer tutkuyla öpüldü, bilinmez coğrafyalara raylar eşliğinde soludu trenler.. 'Kafama sıkar giderim'. Alkış, alkışlar.. 

Geceyi tüketenlerin yerini, Ankara sokaklarının soğuğunu da beraberinde getirenler dolduruyordu. Ismarlanan biralar açılan yeni hesaplara yer edinirken, bardağımda kalan 'son' yudumu bütün 'ilk'lere inat keyifle içtim. Birkaç saniye sonra, tok sesli garsonun 'alır mısınız hocam' söylemini başımla onaylayarak mekanın bilindik ayininde kendime bir biralık yer daha açtım. Göz ucuyla ara ara yokladığım sarma tütünümü kibrit aleviyle tek seferde bir kez daha canlandırdım. 'Aman kalktı göç eyledi Avşar elleri..' Mızrap, bağlamanın teknesi üzerinde teller eşliğinde bir hikayeden başka bir hikayeye kuş misali konmaktaydı. Eski zaman yolcularından kimler kaldı. Biram geldi. Üzeri köpüklü. Bardağı kulpundan kavradım. O bildiğim ezgiler dökülürken sanatçının ağzından, bir küçük yudum aldım, yuttum, sonra bir büyük yudum aldım, yutkundum. Ne kadar sürdü bilmiyorum; belki bir kaç dakika, belki bir saat, belki bir gün, belki de kocaman dedikleri Asır.. Zaman, hükümsüz. Bir başıma yapayalnız, soylu kentin üvey evladı gibiydim. Gerçi hangimiz bu şehrin soyundandık ki. Bilindik sokakların, bilinmezliğe adım attırdığı kısır döngünün dileneniydik hepimiz. Velhasıl, günler tiksinmeye çoktan başladı, geçmişi tekrar ettiğinden ve edecek oluşundan. 

Dokunmadığım fıstık taneleriyle farkında olmadan oyalanmaya başlamıştım, belki de kuralı ve kazananı hiç olmayacak oyunlardan birini oynuyordum. Tüten dumanım gecenin hoyratlığına umarsızca yükselerek kaybolurken, azalmakta olan bira bardağım mekandaki kalan dakikalarım olmuştu. Zaman, bendim. 'Başka bir isteğiniz var mı, hesapları almaya başladık da'. Zaman, bir başkasıydı. Tok sesli garson değildi bu defa, eline bilmem hangi bankanın post cihazını tutuşturmuş sırasıyla tüm masaları turlayacak olan, yirmili yaşların başında, muhtemelen öğrenci, tiz sesli bir kadındı. Teşekkür ettikten sonra, başımla bir isteğimin olmadığını belirttim. Ödememi nasıl yapmak istediğimi sordu yorgun olduğu anlaşılır bir dille. Kelimeler boğazında tıkanarak önce düğümleniyor, sonra da nasıl oluyorsa ses boyutuna ulaşarak film sahnelerini aratmayan diyologlara dönüşüyordu iletişimimiz. 'Nakit.' Post cihazını ritmik bir hamleyle masamda bulunan küllüğün yanı başına koydu. Cebimden iki biraya eşdeğer banknotları çıkarmaya uğraşırken, gözlerim küllük ve post cihazının uyumsuzluğuna takıldı bir süre. Sarma tütünüm bir kez daha sönmeye yüz tutmuş, fıstıklar çözülmeyi bekleyen denklem fukaralığında dağınık, bira bardağım ise sırıtmayan tek gerçeğimdi. Ödemeyi yaptıktan sonra, çok olmayan para üstünü mahçup bir dille almayacağımı söyledim. 'Teşekkürler.' 'Kolay gelsin.' Sahnedekiler son istekleri çalıp söylerken, lavabolara doğru uzanan koridor boyu ise hareketliliğinden ödün vermiyordu. Küllüğü görmezden gelerek tabakamdan çıkardığım tek içimlik tütünü arap kağıdının içine boca ederek sarmaya başladım yenisini. Kulak arkası yaptıktan sonra, kalan biramı yudumlayıp gecenin karanlığına doğru ufak adımlarla çıktım mekanın radyasyon saçan kapısından. 

Bir şehrin soluk alışıdır sokakları. Gündüzü ayrı, gecesi apayrı. Kent tasvirlerine tokat atarcasına düzensizdir birçoğu. Gösterişli olanları isimleriyle anılır, gösterişsiz olanları numaralandırılarak önce hafıza kaybı yaşatır, sonra da unutulmaya yüz tutar. Gerçi Ankara tutarsızdır biraz, gösterişli olup numarasıyla anılan bir iki sokağı da vardır. O sokaklar tüm yaşamı kendi rutinliğine boğar önce. Keşmeşi, eğlencesi, yalnızlığı, sıradanlığı, kavgası, gösterişi.. Akla gelebilecek bilumum insan dürtüsünün merkezi olan yerler olmuştur artık buralar. Buluşma yerlerinin mutlak adresi olduğu gibi, cafcaflı ürünlerin pazarlandığı kapitalist cazibe alanlarıdır da. Küfür de işitilir, kaliteli parfüm kokusu da solunur, bazı bazı kaldırımlarında vakit öldüren insanları da sahiplenir her karışında. Kediler her daim müptelasıdır, köpekler gece yarılarının gediklisi olmak zorundadır. Velhasıl sokak, racondur. 

Sağlı sollu insan kalabağı arasında sırıtmamaya özen göstererek yürüdüm bir süre. Sokağın en ihtişamlı yerine tezgah kuran köfteciler, saatler öncesinden hazırladıkları köfteleri bitirme gayreti içerisindeydi. Köfteler seyyar arabaların ızgarasında önlü arkalı pişerken, yayılan dumanın kokusu yoldan geçenleri sokak ziyafetine buyur ediyordu. Haliyle her birinin önünde uzunca bir kuyruk vardı, işler 'gıcır'dı. Çorbacılar, ağır konuklarını misafir etmeye çoktan başlamıştı. En terbiyesizinden, bol sarımsaklı kelle paça içmek fena olmazdı, tabii sirkeyi unutmamak gerek; ama hepsinin terbiyeli olarak hazırlandığını geçmiş deneyimlerimden bildiğim için yürümeye devam ettim. Dakikalar önce kulak arkası yaptığım sarma tütünümü tek el hareketiyle dudaklarımın arasına iliştirdim. Cebimden çıkardığım kibrit kutusunun içinden tutuşmaya feda çöplerden sadece bir tane kalmıştı. Tütün keyfimi ziyan etmemek için sağ elimin baş ve orta parmaklarıyla bir kuyumcu titizliğinde kavradım son parçamı. Diğer elimle hem kibrit kutusunu sıkıca tuttum, hem de avuç içimi siper yaparak sokağa, rüzgara, geceye, kargaşaya meydan okurcasına tutuşturdum son kibrit çöpümü. Sarma tütünün ucunu avucumdaki çizgileri parlatan alevin keyfine bırakırken iştahla soludum dumanı. Sarma tütünüme can vermiştim.  

Önümde uzayan düzlük, Ziya Gökalp Caddesi'ne gelmemle sonlanmıştı. Boylu boyunca uzayarak yer edinen sarı taksiler zamanı belli olmayan bekleyişin içerisindeydi. Sırası gelen taksiler, müşteri bulmuş olmanın sevincini belli etmeden kırıyordu direksiyonu gecenin doğaçlama istikametine. Motor seslerinin egzoz dumanına dönüşerek korna çığlığıyla uzaklaştığı bilinmezlikler, kendi hikayelerini de yanlarında götüyordu. Amaçtan yoksun adımlar ise birer siluetti. Gölgelerinde kaybolmaya yüz tutmuşçasına terkediliyordu soylu şehrin hazin hikayelere şahit meydanı. Sarma tütünlük mesafemin sonuna geldim. Bildiğim sokakların, bildiğim sapaklarından yürümeye koyuldum, belki bir bilinmezliğe denk gelirim diye. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SİYASALLI CİNŞİR -arka bahçe-

BİSİKLET, TERLİK ve YOL HİKÂYELERİ

BİR ÇOCUKLUK HASTALIĞI: FUTBOL