Başkent oluşundan mütevellit, bürokrasinin her türlü kademesinin şehrin griyle özdeşleşen yüksek binalarına tıkıştırılması hasebiyle, her katında; arşivleri, dosyaları, çıkan kararları, içinde 'devlet' geçen dedikoduları ölümsüz kılmaya gönüllüymüşçesine dirsek çürüten uzman, düz, ekonomist, şef, müfettiş sıfatlı kamu sevicilerin varlığı tabii ki yadsınamaz; bundandır, daha çok da eskilerin, memur kenti yakıştırması yaptığı Ankara, şimdilerdeyse bu ününü bir örtü gibi kullanarak bünyesine yayılmış ve yayılmaya devam eden fabrikalarda, hafif yahut ağır sanayi merkezlerinde, iş yerlerinde emekleriyle var olan sayıca çok daha fazla olan yığınları görmezden gelip o insanların hayata dair mücadelesini önemsememektedir. Vefasızdır. Ama bu vefasızlığının yanında, içine çeken bir cazibesi de yok değildir. Mevsimleri bile, sakinleri gibi iki kutupludur; haşindir kış, gönül kırıcıdır yaz ve hayat doludur her iki baharı.
Gecenin karanlığının dağılmadığı sabahın ilk saatleri, Ankara banliyölerinde günü karşılayan seferlerin gediklisidir sefer taslarını yanından ayırmayanlar; tıslayan otomatik kapılar, ismi geçim derdi olan yolculuklara açılır ve istasyonlar aşılır, yeni tasalar yer alır koltuklarda, tutaçlarda birikir iş başı yapmamış yorgun kalabalıklar. Gidip ve gelir aynı demir yığını. Tıpkı zaman gibidir vagonları, yani değişkendir; kaliteli ve çakma parfüm kokularına da denk gelirsiniz, koltuk altlarından sızan terin hevesleri ekşitip burun büktüren güçlü tesirine de ve az biraz sakinleşip minyatür kıldığı şehir manzaralarını tekrar sahiplenir mesken tuttuğu düzlükte; kitap okuyanından müzik dinleyenine, alışveriş yapanından randevu telaşı yaşayanına, şakalaşanından durağanına...
Buluşma noktasıymışçasına yerler sabitlenmiştir meydanlarında ve parklarında, Ankara havası işitilir her türlü eğlencenin sahnesinde. Simidi vardır ve tabii kıymasız döneri. Bir başkadır kafa dağıtması kuytularında, ama tanımaz olduğundan hüzünlüdür ilk geleni. Acıdır, tatlıdır. Hissettirdiği burukluktur. Bağlılık değil, apansız sızılı bağımlılıktır Ankara.
Bahtı karaların görmek istediği şehir midir bilinmez ama, Hasan'ın turundan önceki son günüydü Ankara'da. Okul gibi gördüğü atölyede geçirdiği yirmi iki günle birlikte, tatil niyetine pedal çevirdiği birkaç bisikletli gün, yolların kolaylığını ve zorluğunu her fırsatta fısıldamıştı kulağına.
On beşinden beri çalışır Hasan, çabalar bir başına. Yaşama dair beklentileri pek fazladır, dayanışmanın en kor halini birlikte yaşadığı güzel insanların varlığını sahiplenir. Ukala tavırlara tahammülü yoktur, ben oldum delisi bedenlere en delişmen tavırdır. Dört duvar arasında salon siyaseti yapan bilumum şahşiyetlere ne kadar mesafeliyse, umut tohumlarını sokağa taşıyan mütevazı yaşamların pratiğini de o kadar sahiplenir. Yenilgilere alışıktır, kazanımların tanığıdır. Liseyi ite kaka bitirmişti, üniversiteyse hayalini bile kurmadığı sıralardan ibaretti. Kariyer delisi değildi, isimlerinin başına en alakasız yerlerde meslek sıfatlarını ekleyerek kendilerini bir şey sanan tiplemeleri karikatüristlere havale ederdi. Keyfine de düşkündür Hasan. Ayda yılda bir gece içtiği rakısı vardır, onu da sek doldurur; birayla arası mesafelidir, ama ilişkisi bir o kadar sıktır; en çok şarabı sever, ama kültüründen yoksundur. Tütün tiryakisi oluşunu bahsetmeye gerek yok, her anında tabakasına sığdırdığı kadardır tüm varlığı. Tribünler uğrak yeridir, tuttuğu takım yoktur; futbol afyondur, diyenlere, futbol hayatın ta kendisidir, cevabını vermiştir her tartışmanın kıvılcımında. Başkentin ayazlı havalarının öz be öz çocuğudur, sıfır ve altı çocukluğundan sevdiği iki rakamdan çok daha fazlasıdır, uzun saplı bağlamayla bir bozlak havası çalmak eylemi içinde kalan derin bir ukdedir. Okur, kendince bir şeyler karaladığı da olur. Halkın bamtelini ulaştırma gayesindeki gazeteleri her gün alır, dergilerle pek arası yoktur. Telefonu hemen herkesten farklıdır, tuşludur; güncelleme derdi olmadığı gibi, farklı uygulamaların zihin çalan tuzaklarından da mahrumdur. Sosyal medya bir uzak gezegendir Hasan'ın dünyasında. Bankaların, bankacıların sevmediği tiptir; ne bir kredi çekmiştir bu zamana kadar, ne de kredi kartı kullanmıştır; tek muhatabı, emeğinin karşılığını ücretle belirleyen iş yerlerinin yatırdığı miktarı ay sonlarında atm'lerden alabilmek için kullandığı hesap kartıdır. Vesselam, bu yüz yılda yaşayan önceki yüz yıl insanıdır.
Akşamla sabahı birleştirdiği gecenin yorgunluğunu, horultulu derinliklere atıp tütünden ve şaraptan kalan baş ağrısını da, çarşafını, pikesini ve yastığını birleştirerek yaptığı yumak harcına sarılıp gidermeye çalıştı. Bahtiyar işte olduğu için diğer bölümlerde en ufak bir tıkırtının dahi belirmemesi, henüz alışamadığı evin kotta oluşunun basıklığı, odasının ciğerlerine nüfuz eden havasızlığı, sinmiş duman kalıntıları başka aleme gelmişçesine tuhaf bir bilmece sunuyordu Hasan'a. İstifini bozmadan bekledi, ara ara bacaklarını uzatıp geri çekti. Uyuma istenciyle, kalkması gerekliliği arasında dakikalarca seçim yapamadı. Neyse ki dışarıya açılan kapının diğer taraftan anahtarla kurcalandığını işittiğinde, kolları arasındaki yığını ittirip yatağın ölçülerine sadık kalarak vücudunu boylu boyunca döndürmeye çabaladı. Kalkmak için şınav pozisyonu almasıyla, çoktan açılmış olan kapının gümbürdeyerek kapanması bir oldu. Etrafı sarmış olan sessizliğin içerisinde, arkadaşının uyuyor olabileceğini düşündüğünden olsa gerek, attığı adımların gürültüsünü ilkleriyle kıyaslanamayacak belirtide dindirip tuttuğu, hışırdayışına müdahale edemediği poşetlerle birlikte mutfağına yönelmişti Bahtiyar. Beton soğuğunu çıplak ayaklarında şiddetli mi şiddetli hisseden Hasan, ani kalkışının etkisiyle kısa süreli baş dönmesi yaşayıp tüm geceyi başında geçirdiği masaya tutunarak gözlerini kaparken bir yandan da arkadaşının başrolde olduğu tıkırtılara kulak kabartmıştı. Raflara dizildiğini tahmin ettiği şeylerin sonu bir türlü gelmiyordu; acaba ne aldı bu kadar, diye düşünürken, haddinden fazla açık kalışını bağırcasına ciyaklayarak dışa vuran buzdolabı, beyninin köşelerinde robotik civcivlere dönüşüp zonklayan kıvrımlarını didiklemeye başladı. Bahtiyar'a seslenmeyi düşündü, kırış kırış olmuş üzerindeki pijamalardan kurtulma isteği belirince aklında, vazgeçti. Donuna kadar soyunup hızlıca çıplak bacaklarından geçirdiği pantolonuna günler öncesinde iliştirdiği kemerin kabuk atmış tokasının şıkır şıkır patavatsızlığını da beline uygun delikte susturarak sırtını ve döşünü kaç yaz güneşinde koruduğunu hatırlamadığı gömleğini, hırka gibi kollarından geçirip alttan üste doğru çabuk çabuk ilikledi. Göremediği kalemini yokladı, yerindeydi. "Haydi bakalım.".
Yolculuk arefesindeki arkadaşının ıslığında yankılanan ezginin yakınlaşmasıyla, sabah bıraktığı ufak dağınıklığı üstünkörü toplamayı bırakan Bahtiyar, söz olup mırıldanmaya başladı aynı tınıları; nakarat kısmını mutfağa yetiştiren Hasan, dudaklarını daha da büzüştürüp süratli ve kesik kesik üfleyerek olağan ritmi arttırıyorken, karşısındakinin, "hey hey hey", vurgusunu, yumruk yaptığı ellerini aynı anda havaya sallayarak canlandırıyordu bir yandan. İnişe geçtiler ve son söz niyetine, bestelenmiş şiirin son iki satırını haykırdı her ikisi de.
"Dostum, günaydın diyeceğim de, bu vakitte pek bir geçerliliği olmayak. Nasıl hissediyorsun kendini, var mı heyecan?". Bahtiyar'ın sözlerinde az öncesinden en ufak bir iz dahi kalmamıştı.
Saatine bakıp şaşkın şaşkın yanıtladı Hasan: "Ohoo, bayağı olmuş. Neredeyse Sıtkı abi gelecek.". Katlı olan ahşap sandalyelerden birini oturacak düzene getirip yorgun mandalar gibi üzerine yayıldıktan sonra devam etti: "Heyecan olmaz mı, artık sonu kıyamet mi olur, cennete mi düşeriz orasını bilemem.". Sırıtıyordu.
"Kürkçü dükkanına dönersin elbet. Dostum imrensem de sana, benim yapabileceğim iş değil.". Fişi prize takılı su ısıtıcısına göz kararı iki kahve kupasını doldurabilecek kadar suyu yükleyip neşesini keskinleştirerek sürdürdü diyeceklerini: "Bir şeyler aldım, masayı donatmadan boş midenin sorununu giderelim önce. Sonra demeyesin, bu Bahtiyar da az yavşak değil, serfesil bıraktı ortalıkta, diye."
"Söylememe gerek yok kardeşim, seni tanıyanlar biliyor zaten ne kadar yavşak olduğunu". Arkadaşının sözlerini, sen görürsün, dercesine karşılayıp düelloya davet eder gibi, sivri zekalara has çabuklukta yönelttiği ve bir o kadar yayvan kelimelerden oluşan sözcüklerine kapılarak son noktayı koymak istedi Bahtiyar. Dirençli bir atışma halini alan sohbetleri, suyu kaynattığını belli eden ısıtıcın 'tık'lamasıyla kendiliğinden kayboldu. Ayaktaki, içlerine koyduğu çözülebilir kahve tanecikleriyle bekleyen kupaları hazırlamaya yeltendi. Zıplaya zıplaya süzülen suyun haylaz bir iki damlası eline sıçrayıp irkilirken karıştırma işlemini de çarçabuk halletti. Dumanı üzerinde tüken kupalardan birini esnemeye devam eden arkadaşına uzatırken misilleme yaparcasına dilinde gezinen laubaliliği bir kez daha keyifle çıkardı: "Öh be, yavaaş yavaaş, sonra toplamayalım çeneni bir yerlerde; al bakalım, hiç sanmıyorum ama uykunu delik deşik eder belki.".
Esneme sonrasının kalıntılarını, göz çukurlarını sertçe ovalayarak salma gayretine ara verip; "Eyvalla, kahve verenlerin çok olsun!", dedi Hasan. Kulbundan kavradığı kupadan gayriihtiyari bir yudum aldı. "Bayağı sıcakmış.".
On yedi yıl öncesinin kasım ayının altıncı günüydü. On iki Eylül zihniyetinin üniversitelere reva gördüğü kurumun kuruluş gününü protesto etmek amacıyla Siyasal'da toplanan üniversite gençliği, Kızılay'a doğru kitlesel bir yürüyüşün hazırlığı içerisindeydi. Fakültenin, Alt Kantin olarak bilinen kısmında, fraksiyon temsilcileri atılacak sloganları kendi aralarında tartışırken ülkenin bir çok yerinden gelen öğrencilerin oluşturduğu coşkulu kalabalık tüm koridorları kaplamıştı. Hasretlikler, şakalaşmalar, inançla hazırlanmış pankartlar, gündeme dair analizler, ağır teorik söylemler... resmedilesi bir canlılık sunuyordu kararlı bedenlere. Şehrin bürokrasisinden sorumlu kıravatlılar, en başından karşıydı yürüyüşe ve olası bir durumda müdahalenin olacağını bastıra bastıra söylemişlerdi; fakülte merdivenlerinden caddeye taşan kolluk birimleri, aldıkları kararın somut bir yansıması olarak gözüküyordu derslik pencerelerinden. Öğrenciler, belirledikleri düzene geçip marşlar ve sloganlar eşliğinde ağır ağır ilerlemeye başlamıştı. Kampüs kapısında öğrencilerin belirmesiyle, karşı taraftakiler militarist söylemlerden aşina olunan düzeni alıp gelecek komutu bekler olmuştu ve her biri, resmi tarih kitaplarının farklı sayfalarından fırlamış karakterler gibiydi. Gençlik, gelecekti ve kararlılığından en ufak ödün vermemişti. İkaz anonsları, gelişigüzel atılan gaz kapsülleri, yapılan gözaltılar arasında kalakalanlardan biri de, o yıl liseyi bitirme uğraşı veren Hasan'dı. Gözlerine bulaşan, ciğerlerine sinen biber gazının yaşattığı sızıyı, öksürüğü ilk defa deneyimlemişti. Etrafında olan biteni görememe durumunu yaşadığı sıra, bir el sert şekilde yakasından çekip sürüklercesine götürmüştü. Ne olacaksa olsun artık, düşünceleriyle örülü dakikalar eline tutuşturulan limon dilimiyle sonlanmıştı. "Sür bunu göz altlarına, burnuna iyice", diye bağırmıştı heyecanlı bir ses. Salataya limon sıkar gibi yapmıştı söyleneni. Yanındakinin kolluk biriminden olmamasına sevinmişti, ama kendi gibi şanslı olmayanlar fazlacaydı. Yaşadığı öksürük krizi ve gözlerinde oluşan yanma hissi biraz da olsa geçmişti. Cebeci'nin karartılı sokaklarından birindeydi. Etrafında kendi gibi, aynı sorunu yaşayan kadınlı erkekli onca öğrenci, direngen sloganların ve gaz fişeklerinin olduğu tarafta yaşananların merağı içerisindeydi. "Bu tarafa geliyorlar, dikkatli olalım arkadaşlar", uyarısıyla, yakasını kavrayanın, "Gel benimle", demesi bir olmuştu. Koşturmacalı bir süreç yaşayıp güvende olduklarını düşündükleri sıra yavaşlayıp durmuş ve soluklanmışlardı tedbiri elden bırakmayarak. Yanındakinin hayli deneyimli olduğu belliydi. Hasan, nefesini toparlayıp güçlükle teşekkür edebilmişti. "Önemli değil dostum, yalnız sen de aslan sürüsünün ortasına dalmış zebra gibiydin". Aldığı karşılık, yüzünü saran sızıyı tamamen defedip gülümsemesini sağlamıştı. "Cengaver dostum, adın nedir?." "Hasan. Ya senin üstad?". "Bahtiyar". Tokalaşıp kaldıkları yerden devam etme kararlılığıyla Siyasal'a çıkan sokaklara yönelmişti attıkları her bir adım.
İki arkadaş, kuracakları çilingir sofrasını hazırlamaya geçmeden önce, elektrik süpürgesinin vızıldayan nahoşluğunda dip bucak temizliğine soyunup halıları, koltuk üstlerini, toz tutan el değmemiş ölü noktaları, kırlentleri elden geçirdi; banyonun, lavabonun, mutfağın, odaların, salonun çıplakta kalan zeminini, hoş kokulu sıvı temizleyici ve beyaz sirkeden oluşturdukları karışıma uzun saplı yer bezlerini banarak silip kalıcı lekeleri hasır altı edercesine halıların durağan ekseniyle oynayarak kapattılar; ardından, önden eksi iki, arkadan iki olan dairenin değişken katlarının keyfine medet umularak açılan pencerelerin yarattığı artçı cereyanın güç bela sokuşturduğu hava sayesinde, derin derin soluyup estetik yoksunu dağınık eşyaları hayli sıratan yerlerine taşıdılar. Bitti bitecek hal almaya başlayan çabaları da, gözden kaçan ne idüğü belirsiz küçük ıvır zıvırların hayli dolu çöp poşetlerine yollanmasıyla sonlandı.
"Ulan Bahtiyar, yediğim ne varsa sürekli boğazıma geldi, tekrar tekrar yuttum. Sen önceden böyle değildin, kısa süreli evlilik yaramamış sana ha". Kahvaltı niyetine, önceki akşamdan kalma yemekleri ısıtarak ve Bahtiyar'ın getirdiği birkaç abur cuburu iştahla dişlerinde öğütüp aç olan midesini sakinleştirdikten sonra apar topar koyuldukları temizlik merasiminin temposuna kendince sitemde bulunuyordu Hasan.
"Dostum, kirli kirli mi uğurlasaydım seni, tamam biraz son dakika gibi oldu, ama ne yapalım kapitalist düzen esir alıyor zamanımın çoğunu. Mecburen böyle oldu.".
"He oğlum he, sen önce, en ufak eğilişinde afişe olan koyun postundan hallice çatalına bak!".
"Röntgenci seniii"
"Lan oğlum, bi git işine."
...
Üç kız kardeşin arkasından evin ilk ve tek erkek çocuğu olarak Lapseki'nin minik bir köyünde doğmuştu Bahtiyar. Doğayla iç içe geçen çocukluğu, marangoz olan babasının her türlü ahşabı ikiye bölen makineye üç parmağını birden kaptırmasıyla bir anda yaş almış, ablalarıyla birlikte gelir kapılarının zorunlu çırağı olmuştu. Babası eski çabukluğunda olmasa bile, yine de eski şaheserlerine şapka çıkartacak evler, masalar, dolaplar, oymalar yapmış olmanın tesellisiyle avunmakta ve her bir çocuğunun eğitimiyle ayrı ayrı ilgilenip dertlerine derman olmaya adadığı yaşamını, yıllara meydan okurcasına bilge bir zanaatkar olarak hâlâ sürdürmekte. Marangoz oğlu olduğundan, Bahtiyar'da bir şeyler kapmış tabi, ama babasının yaşadığı o talihsiz olay ve hemen sonrasındaki üç kopuk parmakla birlikte hastane yoluna düştükleri sancılı sürecin geç kalınmışlığı, ister istemez dededen kalma baba mesleğine temkinli yaklaşmasına neden olmuştu. Okulu da pek sevdiği söylenemezdi, fakat her yılın sonunda bir üst sınıfa geçecek başarıya ulaşıyor oluşu ve köyde kalmak istemeyişi ortaokulu ilçede, liseyi de yatılı olarak Çanakkale'de okumasını sağlamıştı. Birçoklar gibi, onun da yaşamına dokunmuştu üniversiteliler; dinlediği müzikler toplumsal gerçeklikleri ayan beyan sunan protest haykırışlara dönüşmüş, öncesinde tenezzül etmediği kitapların satırlarına eğilmiş, fikirlerinde kemikleştirdiği düzen kalıplarını kısmen yerle bir etmişti. Üniversiteli olma istencinin kararlılığına sadık kalarak bitirdiği lise eğitimi sonrasında girmiş olduğu merkezi sınavın sonucu, bir yaz günü Çanakkale'de esnaf olan amcasının dükkanına posta memuru tarafından bırakılmıştı zarf içerisinde. Sonraki günün ilk minibüsüyle gerçekleşen yolculuğunu, düşlerini arada yoklayan 'acaba'ların hezeyanına savurmuş olsa da, ne yapıp ne ettiğini bildiğinden, haline biriktirdiği umut yoksunluğunun tarifsiz ağırlığı eşliğinde noktalamıştı. Tezgahında ve raflarında babasının imzası olan dükkanın önüne geldiğinde, ayaklanmış bir ölüden farkı yoksa da, amcasının başının kalabalık oluşunu şansa çevirip yarım ağızla söylenen içecek teklifini acelem var, dercesine geri çevirmiş, hızlıca kendi adına gelen zarfı isteyip uzaklaşmıştı; bildiği sokakları aşarken tanıdığı kişilerin güleç, durgun suratlarına selam verip kaçmış, deniz kokan sahilin rüzgarla dans eden sote çıkıntılarından birine ilişmiş, Eceabat'a doğru ağır ağır giden emektar feribota boş gözlerle bakmıştı; simit tanesi isteyen aç bir martının ciyaklayışını duymazdan gelip elindeki zarfı yırtarak açtığında, katlı olan kağıt parçasını iki hamlede düzeltip hesap sorarcasına dizilen rakamların, netini, sıralamasını ve puanını gösteren gerçekliğiyle yüzleşmişti. Sonraki sınava kadar ne yapacağını, nasıl çalışacağını kurgulayarak köye ulaştığında, evlerine açılan patika yolu usulca tırmanarak, adımlarının tükenişini istemeye istemeye bahçe kapısından geçmişti. Nasihatler, istekler... Cesaret verici sözlerle yoğrulan bir iki hafta çabucak geçmiş ve girizgah niyetine kalem sallamaya başlamıştı. Okulsuz ilk dönemi başlamaya yakın, Bandırma'da öğrenci olan küçük ablası, devlet yurduyla ilişiğini kesip kampüse ve merkeze çok da uzak olmayan bir mahallede ev tutmuştu. Ablasına emanetti, dershaneye gidecekti, hedefini ertemeye niyeti yoktu; teorik kitaplara ve romanlara, sorularla donanmış çeşit çeşit test kitabı arası vermiş, sosyallikten kopamayıp bol bol tavuk döner yemiş ve sık sık şehrin dalgakıranına yaslanmış kayalıkların üzerine kurulup ufak taşları suyun yüzeyinde sektirmişti dilek niyetine; mevsimler ilerledikçe deneme sınavları artmış, baharın gelişiyle gönül yayları gevşemiş, yazın ilk günlerine tekabül eden sınava girmiş, ara verdiği marangozluk günleri neşeyle başlamıştı. Ve nihayet, adına gelen ikinci zarfın Bandırma'ya ulaştığını, yaz okuluna kalan ablası haber etmişti; ailece, ablasının kontörüne kıyamadıklarından, heyecan içinde görüşmeyi sonlandırıp son arayan numarayı çaldırmışlardı. Bekleyiş, müjdeye dönüşüp tercih dönemine sekerken Bandırma'nın yolunu tutmuştu Bahtiyar. Büyük ablası Edirne'de, ortanca ablası da Biga'da okumuş olduklarından, kardeşlerinin hiç biri evden pek de uzaklaşmamıştı; ama Bahtiyar tutturmuştu bir kere Ankara'ya gideceğim diye, yakaran annesini, gece bindiğim gibi sabahında Lapseki'deyim, diyerek avutmuş ve çok istediği sosyoloji bölümünü barındıran ODTÜ'yü ve Dil Tarih'i listesine sıralayarak yapmıştı tercihini. Günlerin ardından, Dil Tarih'e yerleştiğini, kayıt olabileceği zaman aralığını, muhakkak götürmesi gereken evrakları memleketin dört yanında adeta furyalaşan ve Lapseki'de de bulunan internet kafelerin birinde öğrenmişti. Amacına ulaşmanın sevincini dışarıya fazlaca yansıtmış olduğundan, kafenin sahibi para almadığı gibi üstüne bir de kola ikram etmişti Bahtiyar'a. Sonrası mı, nasıl anlatmalı, evde öncesinden üç kez bilinen bayram havası... Bir akşam bindiği Ankara otobüsü, yaklaşık bir yılını geçirdiği Bandırma'ya, oradan Bursa'ya, geceyi çok geçe Eskişehir'e ve sabahına şehrin iki katlı otobüs terminaline, namı diğer AŞTİ'ye ulaşmıştı. Şaşkın ördekler gibi paytak paytak seyirten ayaklarında sırıtan adımları, yol soran diliyle düğüm olup metro durağının turnikelerinde sonlanınca, kendi gibi öğrenci adayı olduğu çok belli kişilerle kader ortağıymışçasına kaynaşıp hep birlikte binecekleri tramvayın hareket edeceği tarafa doğru yönelmişlerdi. Okul ve yurt kaydını yapıp artan zamanını da Gençlik Parkı'nda tükettiği Ankara'daki ilk gününü, beş yatağı boş olan, altı kişilik odaya sinen sessizlik içerisinde noktalamıştı Bahtiyar.
"Dostum, gelmeden önce su koyar mısın buzluğa? Aldıklarım yetmeyebilir.". Bahtiyar, kurdukları sofranın kalan eksiklerini masaya taşıdıktan sonra, tabaklarla sandalyeleri eşleştirme uğraşı içerisindeyken seslenmişti arkadaşına.
"Tamamdır."
Yaprak sarmasından şakşukaya, tam mevsiminde kavun dilimlerinden haydariye, geniz yakan biberleri iri iri kıyılmış atomundan Rus salatasına yan yana dizilmiş mezeler, üzerlerindeki tatlı kaşıklarıyla mavi beyaz küçük karelerden oluşan eskice bir masa örtüsü üzerinde servise hazır halde durmaktaydı. Gramofon, sakilik yapacak Bahtiyar'ın oturacağı sandalyenin bitişiğine plaklarla birlikte taşınmıştı. Salon, evin arka cephesine baktığından, ikinci kat görünümlü açık pencerelerden içeriye sokulan yapraklar, meyhane ambiansının diğer detayı olup hafif rüzgarın her dokunuşunda birbirlerine sürtünerek hışırdıyordu ve turuncuya çalan sarı lamba, masanın konumuna göre biraz geride kaldığından, oturma düzeni sağlandığında iri gölgeler de paylarına düşeni alacaktı fazlasıyla.
Bahtiyar'ın cilalamak niyetiyle aldığı biralardan en soğuk olanını dayanamayıp açan Hasan, dirseğini mutfağın masasına dayayıp yumuşakça sıktığı parmaklarının beliren kemiklerini, sakal kıllarından görünmez olmuş yanaklarına yaslayarak zamane filozofların görünümünü canlandırıyordu oturduğu yerde. Sarkık kolunu sık aralıklarla şişesine götürüyor ve hızlıca yerinden kaldırıp oturtarak köpüğe çevirdiği birasının altta kalan sıvısı, her hamlesinde bıyıklarında koca koca damlacıklara dönüşüyordu. Aldığı uzun nefes, vakkum işlevselliğinde bıyıklarında biriken ne varsa ağzının içine süpürse de, yine de iki üç damla gömleğinin eteğine sertçe düşüyor, hafifçe konduğu yeri sahiplenerek de idrar kalıntısı gibi sarılıklar resmediyordu. Titreyişi, melodisinden daha da gürültülü olan dillere destan telefonu çaldığında, oturuşuna çekidüzen verip çıkık kamburunu gizledi. Arayan Sıtkı'ydı.
"Abi,merhaba nerede kaldın? Seni bekliyoruz."
"Geldim geldim evlat, tarif ettiğiniz binanın önündeyim. Zillerde isim yazmıyor, onun için aradım.".
"Alttan üste doğru beşinci, üstten alta doğru da on ikinci zil abi.".
"Haaahhhaahah, tamam.".
"İki kat aşağıdayız abi. Haydi bekliyoruz!
Telefonunu, Sıtkı'dan önce davranıp kapatan Hasan, daha öncekilerden farklı şekilde öten kapının garipsediği sesine yönelip diyafondaki kırmızı düğmeye bastı; ardından, apartmanın girişindeki otomatik kapının açıldığını söyleyen zırıltı, evde de fazla fazla işitildi.
"Dostum, o nasıl tarif etmektir öyle, kaç zaman oldu burada oturuyorum, bir kere bile zilleri saymadım. Çok yaşa sen!".
"Eee, o da senin duyarsızlığın. Onu bırak da, bu zil niye farklı öttü lan?".
"Dışarıdan başka, kapı önünden başka. Maksat gelenin nerede olduğunu bilmek." Arkadaşının şaşkınlığına tebessüm ederek yanıtlamıştı Bahtiyar.
"Haaa, vay be! Ne bileyim oğlum, senin gibi lüküs yaşamıyoruz bu hayatı.", dedi diğeri takılırcasına.
Misafirlerinin inmekle meşgul adımları sonlanmaya yakın açıverdi kapıyı Hasan. Sıtkı, coşkusu hissedilir halde, "Gençler merhaba!", dedikten sonra, koluna doladığı kapkara poşetten kafası sarkan yüzlük rakıyı uzattı çırağına.
Tek izin günü olan cumalarını, öğlene kadar uyuyarak geçirip sonrasında, Hoşdere Caddesi'nin dinmeyen kalabalığına ayak uydurarak Kızılay tarafına sürüklerken bulurdu kendini Bahtiyar; meclis duvarlarını uzunca süre teğet çizip Akay yokuşunun asfaltı dağ gibi uzayınca önünde, doksan derece sola kırıp bulvarın kenarını takip ederek bakanlıkları aşıp Güvenpark'ın minibüslere emanet curcunasına dahil olmak istemezcesine öğrenciliği zamanında uğrak yerlerinden olan çay ocağına çevirirdi sıkılganlığını; bazı bazı geçmiş yılları yâd etmek istercesine aynı bulvarı biraz daha uzatarak Sıhhıye Köprüsü'nün altına yer etmiş salaş lokantalarda bir şeyler atıştırıp tatlı niyetine bir başka dükkanda tombul tulumbaları yuvarlardı ve gelecek belediye otobüslerinin yoluna baka duran insanları her tıkınışında gözlemlediğinde sanki öğrencilik günlerinden beri oradalarmış hissine kapılırdı; tipleri, kılıkları değişmeden sıraya girmişlerdi karbonmonoksit gazının yoğun zehri altında. Birkaç metre uzaklıkta yer alan Dil Tarih'in tarih olmuş heybetli binası, eski sevgiliye duyulan özlemi çağrıştırırdı Bahtiyar'a ve her seferinde parmaklıkların ardından bakardı geçmiş günlerine. Hasretini giderip sırtını da yaslarken okulunun duvarına, dikdörtgen biçimindeki küçük pencerelerin hücumuna uğramış, dikey mi, yoksa yatay mı olduğu anlaşılmayan, estetik yoksunu mimari yapıya sivriltirdi gözlerini; ne de olsa başka bir geçmişi de oracıkta, şehrin adliyesinde yatmaktaydı. Hey gidi günler! Tabii, arkadaşının kapıldığı bisiklet sevdasını takip eden son iki cuma, bir nevi mesai yapmış olan Hasan'ı da ziyaret ettiğinden, rutinliğini bozmuştu Bahtiyar; Akay yokuşundan çıkıp Bardacık'ta duruldu ve sohbet muhabbete, çay melemene evrildi, Sıtkı'yı da böylelikle tanımış oldu.
Hasan, çaprazına almıştı her ikisini; sağında arkadaşı, solunda ustası. Sofranın sakisi olan Bahtiyar, Sıtkı'ya tek, Hasan'a da kendisine hazırladığı gibi duble koydu; üç bardak da henüz suyla tanışmadığından, rakılar ilk serviste cıvıtmayıp bulanmadı, ta ki buz tanelerinin koyverişlerine deyin ve eşlik eden kadehler, bulanık kırmızıya bürünmüş acılı şalgamla donatıldı. Mezeler taşındı boş tabaklara, kırk beşlik sardı kulakları...
"Sıtkı abi, tekrar hoş geldin, ilk dublemi şerefine kaldırıyorum müsadenle". Bahtiyar, dost meclisinin açılışını kısa tutup bardağını tokuşturmak amacıyla tam karşısında oturan yaşlı adama doğru uzattı.
"Güzel günlere gençler!"
"Eyvalla."
İki dolu kadehe üçüncü de eklenince, çarpıştılar masanın ortasında hür ve kardeşçe.
"Bu bardaklara bir zamanlar leylek boynu derlerdi, bi de bunların hemen hemen yarım hacimlileri vardı, onlara da yüksük kadehi denirdi. Yanlış anlamayın gençler, bu kültürden çok anlamam aslında, ama özellikle de yirmili yaşlarımın deli zamanları, Beyoğlu meyhanelerinde adabıyla içen büyüklerimin ortamlarına az çok dahil olduğumdan, ki birçoğu artık anılarımda, gördüklerimi işte böyle bilmiş bilmiş konuşuyorum oturur oturmaz.".
"Abi, cahilliğimi mazur gör, leylek boynu yakıştırmasını hiç duymamıştım, fakat yüksük kadehinin, şimdilerin şat bardağına yakın gibi olduğunu, sizden iyi olmasın, bir arkadaşımdan dinlemiştim. Anlayacağın abi, benimkisi de maksat muhabbet olsun; zaten, rakının yanında ne gider, sorusunun kalıplaşmış hali masadaki gördüklerin. Kusurumuz olduysa affola!".
"Bahtiyar, ellerinize sağlık! Gayet güzel, samimi; önemli olan da bu.".
"O zaman abi, şimdi de dostumun şerefine kaldırayım kadehimi müsadenle.".
İnce bardaklar, tekrar kucaklaştı havada, eskilerden bir aşk nağmesinin cızırtılı albenisi hafızaları yoklattı, yıldızlarla bezenmiş felek misali berraktı keskin ikinci yudumlar...
"Sıtkı abi, bu Bahtiyar'ın adap falan bilmediğini, zaten zırt pırt kadeh tokuşturmasından anlamışsındır. Bi bekleyemedi seni".
"Dostum, madem öyle, yapsaydın sakiliği, masanın küçüğü de sensin.".
"Haaahhhaahah".
Şakalaşmalarla daha da şenlenen ortam, tazelenen anıların efkarında 'vay be' dedirtip uzak ve yakın, hayal ya da gerçek kara parçalarının akıbetine eğildi; buyurgan ideolojik kavramların hengameli vadedişlerine sığdırıldı insanlar, kavun kabuğundan gemiler yapılıp okyanuslara açıldı düşlerin kaldıramayacağı imkansızlıklar; dedikodu, gırgır, şamata kantarın topuzunu kaçırmadan dillendirildi, kahkahalar yarıştırıldı ve Sıtkı açık ara farkla birinci geldi, müzmin karamsarlığını kimseye kaptırmadı habire tütün saran Hasan. Bir ara plak sustu, mırıldanışlar ve haykırışlar tekleyip uzadı, kurt sessizliğinde ilerledi hikayeler, sayısı kaçan cezbedişleriyle tektekçi çabukluğunda boşaldı bardaklar ve damla damla paylaştırıldı şişenin dibinden arta kalan damıtılmış efkar. Bulanık gözler ve peltekleşen diller, Bahtiyar'ın demlediği çayın istirahitine kapılırken sessiz ve kederli, lavabonun gediklisi oldu kayganlaşmış aheste adımlar.
***
Keyif tütününü hızlıca sarıp içmeye koyulurken bir yandan da başı dumanlı şekilde bisiklet atölyesini dikizlemeye çalışıyordu Hasan. Camın ardına asılmış lastiklerin arasından içeriyi süzdü heyecanla. Yaşlı sayılabilecek bir adam, burnunun üzerinde bir türlü durmayan gözlüğünü düzeltmekten, önündeki işe bir türlü başlayamıyordu. Her bir bisiklet, solgun renklerine bulaşan derin çizikleriyle son nefesine yaklaşan canlı görünümündeydi Hasan'ın hararetli iç dünyasında. Bitişiğinde duran çocuk bisikletinin tevellütü kendinden bile eskiymişcesine işi bitmiş gibiydi; üzerindeki pas, dokunulmayacak bir hale bürümüştü geçmiş zamanın incisini. "Bozkırın kış güneşi üzerimize giydiğimiz siyahı kahveye çeviriyor, yaz güneşi buna az bile yapmış.". Tütününü bitirip çöpünü arka cebine sıkıştırdı, ardından kapıya yönelip anahtar deliğine hizalanmış teli kendine çekti. Demir yığını, kendine has gıcırtısıyla aralandı. Makine yağının sinmiş bilindik kokusu karşıladı. Gözlüğüyle cebelleşmeye devam eden adam, gözlerini kısarak karşısında dikilen Hasan'a bakıyordu. Fark edilmişliğin tuhaf dürtüsüyle, merhaba, dedi.
"Hoş geldin evlat, ne istemiştin?". Adamın sesi, görüntüsünden oldukça gençti.
"Bisiklet alacaktım. Tura çıkmayı düşünüyorum da.". Uzun soluklu planı bir sır değildi, ama gereksiz buldu son söylediğini.
"Demek tura çıkacaksın, iyiymiş. Sen de benim gibi kafası kırıklardansın anlaşılan", sözlerini söyledikten sonra oturduğu yerden kafasını eğip daha da yakından baktı muhatabına.
Haydaa, şimdi de kafası kırık olduk iyi mi, yahu bir bisiklet almak bu kadar zor olmamalı, ne diyeyim şimdi ben sana amca bey, ulan atölyen atölye değil çöp konteynerinden hallice... Zihni gün içinde ara ara taarruza geçen harplerden birini daha yaşıyordu, damarlarında dolanan sıvıyı hissedercesine gereksiz bir sinirin girdabına sürüklenmişti durup dururken. Yaşadığı andan bağımsız şekilde, "bilmem, belki de", diyebildi.
"Haaahhhaahah"
Adama bak be, bizim Bahtiyar yanında sivrisinek kalır, bu nasıl bir gülüş şeklidir... Yuttuğu kelimeleri kusmayı çok istese de, adamın dinmesini bekledi, bekledi, dayanamayıp düşüncelerini ağdalayarak dile geldi; "Hangimiz kafayı kırmadık ki, söyle be abi, yaşanılası ne varsa tüketmedik mi, sevdiklerimizi gereksiz hırslarımızdan dolayı önce üzüp sonra da kaybetmedik mi, şu felek dediğin halbuki herkese yeter, fazla fazla artar..."
"Tamam tamam, haklısın". Sakinleşmişti, sesinin tınısını ayarlayıp devam etti:"Evlat, gördüğün gibi bisikletler bunlar", kollarını açarak bisikletlere yöneltmişti on parmağını, "hiç biri senin işini görmez. Birazdan burayı kapatacağım, yarına da sarkan işlerim epeyce. Sonraki günde malum pazar. Kapalıyım. İki gün içerisinde tura çıkmayacaksan eğer hafta başı gel, tabii sen de müsaitsen. İşini görebilecek bir bisiklet var bende, bacak boyuna da uygun, beğenirsen bir güzellik yaparım sana.".
Hasan, ettiği lafların huzurunu yaşayamadan yeni bir çıkmaza merhaba dercesine, "Bisiklet nerede ki", diyebildi fısıldarcasına.
"Sesine ne oldu evlat, biraz bekleteceğim altı üstü", gülerek yarı ciddi bir tonda sürdürdü konuşmasını; "Bisiklet evin deposunda, Dikmen'de".
Haydi, atölyeyi kapa, Dikmen'e gidelim, demeyi istediyse de, ağzından çıkan boğuk bir, peki öyleyse, oldu. "Pazartesi günü gelirim."
"Tamam evlat, ben de bisikleti getireceğim. Şimdi şu işlere tekrar döneyim, müsaade et bana"
Söylenircesine, "Tabi tabi, kolay gelsin", deyip çıkışa yöneldi.
"Hadii uğurlar olaaa!"
Sabırla sabırsızlık arasında debelendiği iki buçuk gününü, iki kahvaltı öğünüyle geçiştirip okunmamış gazete sayfalarını didikleyerek geçirmişti. Nikotin ve kafein, uykudan ırak olduğu anlar, vefalı dostlar gibi yanıbaşındaydı. Bir vardı, iki yoktu. Yaşamak istediği bohemliğe ne kadar uzaksa o kadar yakın oldu. Sayfalara sıçrayan anlamsız atışmalardan şapka yaratıp günlük aforizmalardan tavşan çıkarttı. Harfler, yapıcı ve yıkıcı olmaya and içmişçesine birbirine girip yol oldular, dağılıp uçurum oldular. Uçurumun kenarında beyaz, dibinde kan oldu; karabasan iniltisi sardı sayıklamalarını. Ucunu bilmediği, bucağını kestiremediği tabutun içine girdi her anlık şekerlemesinde. Karnında gezinen sancılar, göğüs kıllarını yalayan tere dönüştü. Gerçeğe tutundu. Yazılandan ve söylenenden bildiği ülke dağlarını, ovalarını, göllerini; şehirlerin haritalarda kapladığı alanı, uzak ilçeleri, isimsiz terk edilmiş köyleri kafasında oluşturduğu hassas tartıya koyup eşit şekilde dağıttı bilmediği günlerin uyuklayan hırıltısına. 1 Mayıs arefelerinde Taksim'i zorlama istenciyle ya da bilmediği şehirlerin herhangi fabrikasında hak mücadelesi veren işçilerle dayanışmak için yapılan yolculuklardı bildiği, arkadaşlarıyla tutmuş olduğu otobüslerin pencere kenarlarına sinen umut yüklü, bol türkülü anı kırıntılarıydı her biri. Somuta büründüğü bir ara, hoşuna giden bir köşe yazısını, küçüklüğünde fazlaca yaptığı kupon kesme merasimlerindeki özveriyle ayırdı bulunduğu sayfadan ve her makas darbesi binilen bisikletin çevrilen pedallarına dönüştü ürkek hayallerinde. Gazete kupürü yaptığı satırları her dikizleyişinde, seçtiği manidar harflerin karmakarışık piyesiyle karşılaştı. Odasını paylaştığı örümceğe isim taktı, isimsiz karıncaları takip edip kara deliklerden medet umdu. Perdeyi araladığı üç gece yarısı, sokak lambalarının aydınlığından nasibini alıp kaybolan adımlarda, gölgelenmiş yüzlerin gizemini aradı; kırışık suratlar, çizgili alınlar kapladı varoluş sarmalını. Balkonlardan sarkan bildiği seslerin muhabbetleri, yok oluşlara derman çıtlanan çekirdeklerin tükenmeyen tükenişi gibi ısrarcıydı ve bir o kadar da muzdaripti.
Bardacık Sokak'ın otomobillerle kuşatılmış kaldırımlarından yoksun, yolu ortalayıp atölyeye ulaştı. Kilidi üzerinde kepenk, hala uyukluyordu. Saatine baktı. "Ohoo, neredeyse on olacak, kim bilir ne zaman gelir bu dinozor herif.". İlk geldiği günden bildiği, her yeri pas tutmuş çocuk bisikletinin yanına çömelip çıkardığı tabakasından tütün sarmaya çalıştı. Kuru parmaklarıyla istediği ritmi tutturamamış olmanın huzursuzluğuyla dilinin ıslaklığını parmak uçlarına bulayıp kaldığı yerden devam etti. İnce kağıdın içine yerleştirdiği bir hayli okkalı tütün taneleri beyazımsı iri küllere dönüştü. Yaşlı adamın yolunu gözlemeye devam ederken kahvaltı sofralarına giden içi ekmek dolu poşetleri tutan dalgın, aceleci, küçük, büyük adımların sahiplerine yapmak istediklerini anlatmak istedi. Suskun otomobiller teker teker bağırtılarak uzaklaşmaya başladı. Oflayıp pufladı, kalkıp çömeldi. "Eh be amca nerede kaldın, gerçi bende de suç var, bir zaman diliminde sözleşecektik, böyle şansın ta...". Sinkaflı laflarını, yaşlı adama mı yoksa kendine mi sıraladığını bilmeden devam etti. Ağzı yorulduğunda, kafasının içinde haykırdı argo tufanı. Yarım saat kadar bekleyişi, önünde fren yapan bisikletin durmasıyla sonlandı.
"Ooo, delikanlı bu kadar erken geleceğini tahmin etmemiştim. Beklediğimden de sabırsız çıktın. Şimdi bana yardım da edersin, sonra da bir güzel çay demlerim, içeriz.", dedikten sonra indiği bisikleti tutması için Hasan'a uzattı atölyenin sahibi.
Adama bak, en son kovmaktan beter etmişti, şimdi de yardım edersin diyor, işimiz var bununla da, neyse, ulan şu bisiklet insanı ne de genç gösteriyor, o günkü kambur adam yok olmuş, yerine yıllara meydan okuyan zımba gibi bir delikanlı gelmiş sanki... , zihninde beliren söylemlere engel olamıyordu. Bisikleti emaneten kavradıktan saniyeler sonra, "tabii", diyebildi. Rötarlı söyleminin işitilmeyen karmaşasını yutkunarak yok etmeye çalıştı. İçinde olduğu durumun heyecan mı ya da buhran mı olduğunu düşünerek karşısındakini sessizliğe bürünüp seyretmeye koyuldu. Kafasını kuşatan kaskı ve altına gizlenmiş bandanayı, yarım parmak eldivenleri, güneş gözlüğünü vücudundan ayırıp bisikletin arkasında duran heybe görünümlü çantaya düzgünce yerleştirdi ve aynı çantanın fermuarlı küçük gözünden, halkasına dizilmiş anahtarların birbirlerine çarparken çıkardığı şıkır şıkır sesi özümsemiş solgun anahtarlığı, avuç içinde kavrayıp açılmayı bekleyen kilitlere yöneldi adam. Dolanan kepengin sokağı inleten gürültüsü eşliğinde ayakta tuttuğu bisikleti inceledi, gidona sıkıca tutturulmuş zilin çıkardığı sesi merak etti, vites ve fren kollarına komut vereceği günlerin hayalini yeniden ördü, ıssızlığa büründü, bayırları aştı, yağmur altında ıslandı, soğuk kış günlerinde üşüdü...
"Bisikleti cama güzelce yasla! İçeriye de bi çekidüzen verelim delikanlı.".
Denileni yapıp adamın ardından, baskın yağ kokularının karşıladığı atölyeye ikinci kez ayak bastı.
Tamir yapılan alana dağılmış alyanları, somun anahtarlarını, farklı uçlardaki tornavidaları tezgahın üzerine sabitlediği siyah panonun üzerindeki çivilere, nizami şekilde dizmeye başlamıştı usta. Hasan nereden başlaması gerektiğini bilemediğinden, etrafını çevreleyen bisiklete dair parçalara ve aksesuarlara, yaşadığı atmosferin bir an önce sonlanmasını istercesine boş gözlerle bakınıyordu.
"Delikanlı, durma öyle bostan korkuluğu gibi. Yanında duran fırçayı al, bak şurada da faraş var, onun içine taşı tüm pisliği. Önündeki boya tenekesini de çöp olarak kullanıyorum, doldur oraya biriken ne varsa. Haydi göreyim seni! Ben de çayın suyunu hazırlayayım.". Tüm takımı panoya yerleştirdikten sonra, Hasan'ın acınası halini şen kılmak istercesine, şaka yollu dile gelip boş elleriyle çırağının meşgalesini başlatacak edevatları tarif etmeye çalışmıştı usta.
Ne için orada olduğunu unutmuşçasına, emir eri gibi başıyla onaylayıp süpürmeye koyuldu yerleri. Oyalanmaya devam ettikçe, üzerine yığılmış ölü toprağını savurup neşeli görünmeye çabaladı. Pek de başarılı olamadı. Bisikletlerin hizasına geldiğinde, siniri tekrar depreşti ve adamın duyamayacağı bir desibelle mırıldanmaya başladı: "Bunların hepsi geçen günkü bisikletler, ne eksik ne de fazla. Dışarıdaki mi acaba bana uygun gördüğü? Yok yahu, adamın bindiği bariz. Ooff, ulan moruk, senin ipinle kuyuya inen Hasan'ın ben aklını...".
"Gel bakalım delikanlı, tamam, yeter bu kadar temizlik. Çaylar hazır.". Bardağına iki adet küp şeker atıp çay kaşığı işlevselliğine bürüdüğü jant teliyle çayını karıştırıyordu bir yandan da.
Hazırlıksız yakalanan acemi misali, ne yapacağını bilemeyen Hasan, vücudunu kemiren sinir duygusuna koyvererek boya tenekesine yol oldu ve ardından, eline tutuşturduklarını aldığı yerlere bıraktı anlamsızlaşan mırıldanışları eşliğinde. Çay umurunda bile değildi. Aldatılmış gibi, isyan eden bir tavırla; "Ustam, bana uygun gördüğün bisikleti unutmadın umarım, göremedim de", dedi.
"Haaahhhaahhaahh". Yaşlı adam kendine has kahkahasını tükürükler saçarak hatırlattı.
Hay senin neşene... ulan bunak herif, söylesene be, nerede bisiklet, yook, böyle olmayacak... Aklında çoğalan filtresiz sözlerden aldığı cesaretle, "Ben burada komik bir durum göremiyorum", dedi.
Yaşlı adam ritmini kaybetmeden, ciğerlerindeki nefes tükeninceye kadar devam ettirdi gürleyişini. Kısa süreli sessizlik, hararetli kahkahalardan sonra saçılan öksürükle sonlanıp hırıltılı boğaz temizleme aşamasına evrildi. "Sakin ol delikanlı, az önce cama yasladığın da bisikletti ve daha önce görmüş olabileceğini sanmıyorum.". Sesine sinen tonlama gayet dostaneydi.
"Nasıl yani, o sizin değil mi?", diyebildi biraz şaşkın, az biraz kibar.
"Tamam şu an benim, belki de sonra senin olur. Sana bahsettiğim makine buydu. Yıllardır depoda kaldığından hasta gibiydi zavallı, dün gece yatmadan sürülecek hale getirdim. Sabah da biraz hasret giderdik iki eski dost misali. Hala canavar gibi mübarek, dünyayı turlasan üzerinde, gık demez. Al hadi çayını, soğumasın. Daha çok işimiz var turcu kardeş.". Aramızda sandığın gibi bir ilişki yok, der gibiydi. Neşesini, sırıtışıyla taçlandırıp bardağındaki sıcak sıvının keyfini çıkarmaya devam etti usta.
Hasan, ne diyeceğini bilemedi. Mahçup gözlerle cama yasladığı bisiklete bakarken çocukluğundan ödünç aldığı heyecanını kalp atışlarında hissetti.
Sessizliğin hüküm sürdüğü dakikalar, boş bardaklar tekrar dolduruldu. Sohbetten yoksun bekleyiş, iki tekerli yaşama merhaba demeye çabalayan gencin, sabır eşiğini ölçme gayretindeydi. Seyrettiği filmlerin durgun sahnelerine konumlandırdı acemi cüssesini; sigara yakıp rüzgarla beraber içti, gri bir gökyüzünün altında dalgaların kayalıkları yalayışına bakındı, idamını bekleyen siyasi mahkum oldu, sapsarı bozkır ıssızlığında gelmesini umut ettiği otobüsün veya otomobilin yolunu gözledi... Beyaza tutunarak kırmızının merhametten yoksun çağırışını engellemeye çalıştı. Kan kokan uçurum dibi, intihar için daha ne bekliyorsun deyip devam etti; sen de gel, tıpkı diğerleri gibi. Güvercin olup uçması için yalvardı beyaza, sıcacık kanatlarına sığınmayı ne çok istedi; gel gör ki, buza kesmiş sarkıttı, al rengin boyunduruğunda erimeye mahkum bir dilsizdi. Atölyenin dört duvarını kaplayan demir yığını üzerine devrilmek istercesine küstahlaşmıştı, yaşlı adamın panoya dizdiği aletleri cephanelik yapıp meydan okuyarak karşılık verdi içindeki ürkekliği gizlercesine. Bombalanmış kentler belirdi, kaçışan insanları, ayaklanmış bebekleri gördü, kemiklerinden ayrılmış et parçaları savruldu etrafa. Bir yakarış aradı, dövündü, bitler ve pireler dahi sırtını döndü. İşitmeye muhtaç olduğu herhangi bir ses, çok uzaklardaymışçasına yanıbaşında haykırdı; "Adın ne senin delikanlı?". Birer birer toza büründü her bir kesit, atölyenin yağ kokusu kapladı rahatlayan nefesini. "Hasan, ya sizin?", nerede kaldın be adam der gibiydi. "Benim de Sıtkı, memnun oldum Hasan. Çayımızı da içtiğimize göre, artık bisiklete bakabiliriz.". İki adam, Bardacık Sokak'a açılan kapıya doğru yöneldi.
***
Hasan'ın, ne gerek vardı abi, diyerek buzdolabına koyduğu Sıtkı'nın getirdiği rakıyı, geceye yaklaşırken zaman iliştirdi masaya Bahtiyar. Sıradaki plak koyuldu, gramafon iğnesi baskı yaptığı oyuklar arasında bir kez daha gezintiye çıktı.
"Ee evlat, gidiyorsun. İstedin, çabaladın, haydi bakalım.".
Başının zonklayışını gizlemek istercesine atıldı Hasan: "Hakkın ödenmez Sıtkı abi, önümde tam bi rota da yok, dediğin gibi yol nereye götürürse artık, şimdilik bildiğim, ilk pedalı Kırıkkale'ye çevirecek oluşum.".
Çırağının sözü biter bitmez hasbihali devraldı Sıtkı: "Bahtiyar! Bu arkadaşın var ya, ilk günler ne çok kaytardı rota hazırlıyorum ayağına. Gitmiş, bir tane de karayollarını gösteren harita bulmuş, kurşun kalemle çizik atıyor şehirlere, ilçelere. Ben de o zaman öğrendim bizimkinin ülkeyi baştan sona turlamak istediğini. Ne bileyim, ilk başta tura çıkacağım dediğinde, yurt dışına falan gidecek sanmıştım zamanında yapmak istediğim gibi. Sonra da demesin mi, 'abi o da olur belki, ama bu coğrafyada var olan kültürleri yerinde yaşamadan, insanını tanımadan olmaz, eksik kalır', diye. Bak bak, akıl da verirmiş cevelan. ".
İstemeden araya girip içtiği rakının da etkisiyle normalden fazla mahçuplaşan yüz hatlarını ustasına yönelterek,
"Yok be abi", diyebildi.
"Öyle evlat!". Kulak tırmalarcasına yankılandı söyledikleri yaşlı adamın.
Hay sözünü kesen dilimi eşekler tepelesin, dercesine sulandırma evresine çoktan düşürdüğü bardağından ufak bir yudum aldı Hasan.
"Sonra Sıtkı abi? Akıl da verirmiş, demiştin en son". Bahtiyar, diyeceklerini unutmuş hal alan yaşlı adamın, demden kopmasına mani olmak istercesine atılmıştı; fakat arkadaşının masa altından savurduğu zirzop tekmesinden de kurtulamadı.
"Dediklerine hak verdim kısaca.". Boş bardağını sakiye uzatıp doldurması gereken ölçüyü tembihlemeyi de sakınmadan, ara verip başlar gibi olduğu diyeceklerini sürdürdü: "Bir iki gün ses etmedim. Ama Hasan da boşluk görmeye dursun, hemen haritayı ilk fırsatta açıp daha önceki çizikleri bazen uzatıyor, çoğunda da hepten siliyordu. Artık dayanamadım, sen hele bi yola çık, o seni götürür gideceğin yere, dedim. He mi Hasan?".
Ağır ağır uzatıp kısalttığı kafasıyla onayladı ustasını.
"O zaman eksiğin de fazlaydı kerata. Bazen nasıl sinirlendiriyordum seni. Garibim, bir şey de demiyordun, gerçi damarların arada titrekleşip sesine vuruyordu...". Yaşlı adam, halinden pek memnun, peş peşe tetik ezer gibi sıralıyordu kurşunlarını.
Bahtiyar'dan plağı değiştirmesini isteyen Hasan, ardından beyninin köşelerinde uğuldayan cesaretleri sinüslerinden akıtıp boğazında biriktirdi; beklerken, yeşilçam filmlerinden bildiği sanatçının, cilveli ve yumuşak sesine kuş gibi gezdirdiği parmaklarıyla eşlik etti. Dikkati dağılan ustasının diyecekleri tükendiğinde, aşılmaz dehlizlerin merak uyandıran bilinmezliğini öğrenmek istercesine dile geldi: "Sıtkı abi, ara ara soracak oldum da, fırsat bulamadım diyeyim. Yapmak istediğin turu neden gerçekleştiremedin? Yanlış anlama lütfen! Ettiğimiz onca muhabbette bir kez olsun anmadın o günleri. Tek bildiğim, yarım kalmış bir hikayenin olduğu. Tabii, özel değilse dinlemek isterim.". Sesine bulaşmış çakırkeyifliği belli etmemeye çalıştıysa da, pek de becerememişti.
"Sen istiyorsun da, bakalım Bahtiyar dinlemek ister mi? Haaahhaahhah.".
Ustasının kahkahasını dinlerken beklediği geçmişin anlatılır olabileceğini, öyle gizli saklı bir tarafının olmadığını sezinleyerek hem sevindi hem de yaptığı kuruntu acayibine gitti.
" Tabii ki abi, zevkle dinlerim.". Bahtiyar'dı sesin sahibi. Neşesini bölmek istemeyip gürültülü gülüşünün sonlanmasını beklemişti yaşlı adamın.
"Ee, o zaman biraz daha gevezelik edeceğim gençler. Yalnız, müsaadenizle son yudumu iç edeyim, öyle.". Kafaya dikip boğazı 'gurk'ladı, gezintiye çıkardığı leylek boynunu sertçe vurdu masaya olmayan dostlarını anarak; üzerindeki kareler kadar veryansın etti örtü, çatallar ve bıçaklar zelzeleye uyandı sallanan tabakların çukurunda. Cızırtılı fonda, '... her zaman gamlıyım, her zaman üzgün...', diyorken sanatçı, sakiliğini hatırlayan Bahtiyar'ın hareketlenişini, kadehini eliyle kapayarak sessizce dindirip doksan yılının sararmış günlerini eşelemeye başladı Sıtkı:
"Memurum o zamanlar, yaşım da kırkı geçmiş. Tabi öncesinde, nereden baksanız on yıl, tamam artık çıkacağım, diyorum, gitmemi istemeyen durumların muhatabı olarak buluyorum kendimi; ya biri ölüyor, ya birileri evleniyor, ya evin herhangi borusu patlıyor, ya üşeniyorum, ya hastalanıyorum... Aksilik işte, bir keresinde tam gideceğim artık, gün sayıyorum, derken, yattığı yer incitmesin, anacığımın ayağı kırılmasın mı, yaşlı kadın, kilosu da var tabii, be anacağım kaç tane kemiğin var ki dört yerden kırabiliyorsun, yine yattı bizim iş, gittim mecburen Hopa'ya, anacığımın bacağını almışlar alçıya, zavallı kadın, kırıklar yetmiyormuş gibi, yattığı yer onu da incitmesin, babamın aksi, huysuz dırdırlarına maruz kalıyor birde, babamı sakinleştirebilene aşk olsun, yook, adam illa bir kulp bulacak kadına, bana da sarmasın mı, ne yaptığım yemeyi beğeniyor, ne de demlediğim çayı, alttan alıyorum olmuyor, üstten çıkıyorum olmuyor, bildiğiniz soğuk savaş harbi, biliyor da bisiklete bindiğimi, ee teknik üniversiteyi de yarıda bırakmışım zamanında, koz olarak kullanıyor hepsini, eh be baba, üniversiteyi bitirseymişim mühendis olacakmışım, bisiklet çocuk oyuncağıymış, ben de çocukmuşum, nah çocuk oyuncağı da diyemiyorsun haliyle; anacığım ağlıyor ara ara, babacığım söyleniyor her daim. Çok uzatmayayım, kız kardeşim gelince Artvin'den, birkaç gün daha kalıp yellendim Ankara'ya, tura çıkacak mecalim mi var, bisikleti de verdim bir arkadaşa tepe tepe kullansın diye, başladım tekrar çalışmaya, devlet dairesinde ne olur, getir götür işleri... Ertesi sene, ücretsiz izni aldım önce. Apar topar hazırlandım üç günde, aylardan nisan, o sıra aldırdım Hasan'a kısmet bisikleti de bitmeyen mektepten bir arkadaşa, Halim'e; yolluklarımı koca bir valize tıkıştırıp ver elini Ankara Ekspresi'yle sallana sallana doğruca Haydarpaşa, oradan da vapurla Eminönü. Mühendis olmuş, işini de epey büyütmüş Halim'le, bizim fakültede hoca olan eşi Asuman'ın Bakırköy'deki evine gittim. Köftehorlar, taa öğrencilik zamanından severlerdi birbirlerini, Asuman iki üst sınıftaydı. Yalnız o akşam bir masa hazırlamışlardı ki, buradan iyi olmasın; çorbayı ve zeytin yağlı dolmayı Halim; salatayla, havuç taratoru Asuman yapmıştı. Tatlı niyetine de Zuhuratbaba'dan sahile kadar yürüp cafcaflı bir yerde oturmuştuk, sütlaç ısmarlamışlardı, yanında da çay. Neyse çok uzattım, bu mereti içince de insanın gevezelik edesi geliyor. Ne yapayım? (Halinden memnun iki arkadaş sözleşmişçesine, aynı anda 'devam et abi' diyerek, dinleyişlerini sürdürdü) Haaahhaahhah. O gece misafiri oldum işte bizim köftehorların. Sabahında, Halim'in manda kasalı arabasına yükledik bisikleti ve Ankara'dan getirdiklerimi. Asuman'a veda edip sahil yoluna inerek devam ettik, daha önce hiç benzerini görmediğim, herhalde konsolosluktur diye bakakaldığım tekten binanın yanından geçerken, direksiyon başındaki Halim demesin mi, 'o gördüğün alışveriş merkezidir Sıtkı, Türkiye'de tektir', diye. 'Haa, bu o muymuş', dedim istemsizce, haberlerden aşinaydım. Bizim Halim iyidir, hoştur, ama sizin tabirinizle liboşun da tekidir, sizin kadar siyasi kitaplar yalayıp yutmasam da bilirim kimin neci olduğunu; sidik yarıştırırcasına başladı Ankara'yı kötüleyip İstanbul'u güzellemeye, sanki başkentin sahibi benmişim gibi konuştu da konuştu; burada alışveriş merkezi varmış, orada yokmuş, deniz kokusu varmış bilir miymişim... Adama ne oluyorsa. Tunalı'daki, İzmir Caddesi'ndeki pasajlar, şehrin cebi para bol ahalisine yetip artıyor bile, hem kendisi de çıkmazmış Bakırköy'dekilerden. Ağzından kaçırdı. Efendime söyleyeyim, 'iyi ki de yok alışveriş merkezi', dediğimi hatırlıyorum, demez olaymışım, bir buçuk sene sonrasında Ankara'ya da diktiler aynısından ve yine haberlerden öğrendim, Silivri'deyim o zamanlar; heyecanlamayın hapiste değilim, cezaevi de çok sonra yapıldı zaten, geleceğim o kısma da. Haa, bi de ne diyordu, deniz kokusunu bilir miymişim, hooop, ben Hopalıyım, Hopalı! Öhöö öhüü öhöö, biraz ara ver şu zıkkıma be evlat(Hasan, kalan dumanını süratle arkadaşına doğru üfledi)! Tartışa tartışa az gittik, uz gittik, Büyükçekmece'de bi benzin istasyonunda durduk. Halim'in şaşkın bakışları altında bisikleti kurdum önce, çantayı iliştirme, yükleme derken, nihayet bitirdim hazırlıklarımı. Arkadaşı İstanbul tarafına uğurladıktan sonra, yavaştan çıktım yola. Neredeyse bir sene olmuştu bisiklete binmeyeli. Ama nasıl mutluyum anlatamam, önümde de kocaman yaz var. Hayaller, istekler, güneş, kum, deniz... Roma'yı görmeyi de çok istediğimden, hedef bellemişim orayı, ama iki pedal çevirince maymun iştahıma kapıldım hemen, Lizbon'a kadar gideceğim dedim kendi kendime. Sallaması bedava ne de olsa. Haaahhaahhah. İyi güldüm, çok yaşayın siz! İlk çadırımı Silivri'de kurdum gelecek günlerimden habersizce; hatta, daha sonra tuttuğum evden, yürüyerek beş dakika uzaklıktaydım. Heyecanlamayın yahu, şu tur serüvenimi bitireyim önce(Merak içindeydi masanın diğer sakinleri, hatta Hasan, tütünü kesip kollarını karnının üzerinde dolayarak, karakteri ustası olan hikayenin ne şekilde biteceğini kestirmeye çalışıyordu, bir yandan da saatler sonra serüvenine eşlik edecek olan bisikletin bilmediği dünyasının içerisine dalmıştı; Lizbon'a gitmemiş olduğu kesindi, acaba Roma'yı dolanmış mıdır ki, sorusunu zihnine her yöneltişinde, hayali coğrafyalar belirip bir ağızdan, ben Silivri'yim, deyip Sıtkı'nın kahkalarını kuşanıyordu sonrasında.). İlkbahar ne güzeldir öyle, maalesef şimdi yazdan kışa, kıştan da yaza geçtiğimiz için, baharların hükmü yok şimdilerde. Neyse, çadırı biraz yüksek yere kurduğumdan, öyle bir güne uyandım ki, denizin o masmavi durgunluğunu nasıl anlatsam size; can yakar, cansız diriltir resmen. Açıklara demir atmış gemileri sayıyorum, martılara şarkı söylüyorum, bir yandan da çadırı toplamakla uğraşıyorum; tabi çişim de gelmiş, tutmayı denedim olmuyor, koşup unutmaya çalışıyorum, yok, illa salacaksın beni dercesine karnıma sancılarını saplıyor. Etrafı kolaçan ettim, hazır kimsecikler de yok deyip fermuarı indirip spor pantolonu araladım, çıkardım bizimkini, karşımda çakılı manzaraya baka baka saldım çayıra. Rahatlamanın tarifi yok! Kesik kesik işedim bitmeye yakın, meşguliyetimi sonlandırıp koydum bizimkini yuvasına, o da ne, manzaramın önüne dumanlar dahil oluyor, bi eğildim ki buhar kaplamış önümü, sidik değil dersin atom çıkarmışım vücudumdan. Haaahhaahhah. Muhabbet boka sarmadan devam edeyim gençler. O gün sürdüm Çorlu'ya, ardından Lüleburgaz'a. Hayat, bana bahşedilmiş gibiydi; ayçiçeği ekenlere selam veriyorum, kahvehanelerde dinleniyorum, yollara kanat geriyorum, arada anacağımı da düşünüyorum, ama uzak tutuyorum babamı düşüncelerimden, hem ne anlar ki, deyip kendimi avutuyorum, ooof ooof, yattıkları yer incitmesin! Babaeski, Havza derken serhat şehri Edirne'nin siluetini görüp gide gide, tarih barındıran merkezine dahil oldum. Gitmişken gezdim, paraya kıyıp otelde de kaldım iki gün. Gezip gördüğüm benim olsun, yalnız ilk akşam duşa girdiğimde günlerin biriktirdiği teri, pisliği at atabilirsen; saçıma şampuan döküyorum, köpürmüyor bile, sabun sürüyorum vücuduma, yok, olmuyor, ama sıcak suyun tarifi yok, billahi rahata erdim. Şampuana, sabuna tekrar abandım, sormayın gitsin, toprak döktüm, cidden, küvetin gideri tıkanacak diye ödüm koptu hatta. Şimdi diyeceksiniz, yahu abi daha önce hiç mi çıkmadın bisikletle tura, hak veririm; yıkanmaya epey ara verince oldu işte böyle bir anım, ne felaket kokuyordum söylemesi ayıp, durulandığımda burnumdan değil saçımdan, kıllarımdan nefes alıyordum, abartmıyorum. Yediğim içtiğim benim olsun, döviz bürosuna uğrayıp bizim lirayı da çevirdim levaya, artık yolcu yolunda gerek! Şansım varmış, çok beklemeden sınırda, vardım yaban ellere Kapıkule'den, Hopa'dan Batum'u görmüşlüğüm çok var, ama dahil olmak başka; Bulgaristan'a girdim, bitişiğimde de Yunanistan, insan tuhaf oluyor, ne de olsa ilk kez çıkıyorum memleketten; büyük çoğunluğunu görmemiş olsam da, inanın yetmiş bir vilayeti de özlediğimi hissettim. Dil bilmemek ne menem zorlukmuş, şimdi sizin yaşlarınızda olmuşlardır o zamanın veletleri, nasıl alay ediyorlardı, anlıyordum hallerinden, acaba hatırlıyorlar mıdır beni? Aah, zalim seneler... Üç günde vardım Filibe'ye, tabii benim Lizbon hayalleri de geri sarmaya başladı hafiften; derdimi anlatamıyorum, vücut dilini beceremiyorum, lanet olsun Türklere de denk gelemiyorum, seksen dokuz göçünün üzerinden bir yıl bile geçmemiş, haliyle tedirgin de oluyorum, kutu gibi çalıştığım daireyi özlüyorum; hepsini geçtim, babamın sövmelerine hasrettim. Aynı güneş doğuyordu, gök de aynıydı, keza yıldızlar da, nisanın görkemi tıkırında işliyordu, gelin görün ki tadım, tuzum, neşem osuruk gibi pırtlıyordu her kilometrenin başında ve sonunda. Bazen hakikaten osuruyordum, açık havada olmama rağmen, karnıma koca bir ordu sıçmış gibi hissediyordum üç beş soluk. Amaaan. Filibe'den Soyfa'ya geçtim sonra, iki gün sürdü o yolculuğum. Orta çağdan, Osmanlı'dan kalma tarihi yapıların arasında pusulasını kaybetmiş şaşkın fukaralığında, Ankara'dan başka anakentler de varmış dercesine dolandım ilk gün; turistler, rehberler, satıcılar, alıcılar şehre dağılmış, bir ben kalmıştım ortada. Öğrendiğim birkaç kelime Bulgarcadan cesaret alıp oturdum salaş bir lokantaya, garson geldi, ne yemek istediğimi sordu yüzünü ekşiterek, anlayacağınız yine püfür püfür kokuyordum, verdim siparişi, koşarcasına uzaklaştı. Sen de amma pasaklıymışsın abi, halbuki başından geçmişti aynı talihsizlik, akıllanamamışsın, demeyin sakın! Olduğu kadar dikkat ettim, akarsulara mı girmedim, çeşmelerde mi yıkanmadım, sadece suyla olacak şey değil; giydiğim kıyafetlerin uygunsuzluğu, çabuk kurumayışı, havanın sıcak oluşu, gözeneklerimden fışkıran tuzlu suyun olur olmadık yerlerimde beyaz lekelere dönüşmesi ve birçok olumsuzluk, çarpan etkisi olup kaynaşarak birikiyordu zavallı tenimde. Dağıtmayayım konuyu. Aynı garsonun tekrar gelip, çabuk ye ve git, dercesine bakışını hiç unutamıyorum. Öyle de yaptım. Bisiklete atlayıp kırdım gidonu ara sokakların sakin sıradanlığına, arada seslenip selam verenler de oluyordu, el sallayıp uzaklaşıyordum, epey ilerleyip neredeyse şehrin sonuna gelmiştim, ardından gözüme kestirdiğim kaldırımın dibinde durup yasladım yükümü tuğla ve taştan örülü garipçe binaya, güç bela oturdum gölge çökmüş kaldırımın üzerine. Kafamı bacaklarımın kokuşmuş aralığına gömüp sessizliği dinledim bir süre, çıt yok; karanlığım, abuk subuk geçmiş günlerimi fotoğraflayıp albüm yapmış, kesit kesit sunuyordu alakasızca. Kamburunu köprü yapmış deve kuşu duyarsızlığında geçirirken zamanı, boğuk mu boğuk, sinirli mi sinirli bir kadın sesi böldü sessizliğimi. Haydaaa, şimdi de melekelerimi yitirdim iyi mi, diye düşünürken, kovmaya çalıştım gürültüyü patırtıyı, başaramadım; ben çabaladıkça, daha da netleşiyordu. Ana, bacı, avrat, feriştah... Günler sonra, mazlumlaşan kendi kendime konuşmalarım dışında, küfür de olsa Türkçe işitiyordum; yok yok, kesin delirdim, başka açıklaması ne arasın, neyime benim Avrupa turu... Kafamı, gömdüğüm bacaklarımdan çıkarıp ayaklanmaya hazırlanırken, otuzlu yaşlarının ilk yarısını yaşadığı belli, kıvır kıvır uzun simsiyah saçları alnını, boynunu, omuzlarını kapamış, ben boylarda hem güzel, hem de çekici bir kadın; nasıl sevindim siz düşünün, ertelediğim ayaklanma eylemimi hızlıca tamamlayıp acele eden adımlarını görmezden gelerek, 'Bakar mısınız', dedim. Kabalığından ödün vermeyerek, 'Ne var', dedi. Koktuğum için çok da yakınlaşmak istemedim haliyle, mesafemden ödün vermeyerek içinde olduğum süreci aktardım kaba hatlarıyla; otel aradığımı, yardımcı olabilme ihtimalini sordum. Sağ olsun dinledi, yalnız söylediklerimle ilgilenmeyip kaybolduğunu, kaldığı oteli aradığını serpiştirdi sadece. Akıllı telefonumuz mu var direkt konumu göstersin, onu geçtim cep telefonu bile yok, sabit telefonların yoğunlukla iş yerlerinde kullanıldığı zamanlar. Hey gidi! Kadının şanssızlığı, benim de şansım olmuştu anlayacağınız; tereddüt ederek, arayışına kendimi de sıkıştırmak istediğimi, barındırdığım kokuşmuşluğumu umursamayarak belirttim kibarca, yolun sonu otelde bitecekti nasılsa. Nereden çıktın be adam, diye söylendi, öfledi, püfledi, gönülsüzce kabul etti. Bisikleti aramıza alıp en fazla uzaklaşabileceğim kadar da uzatarak kollarımı, yürümeye başladık. Ara ara yokmuşum gibi savurduğu küfürlerin ardından insafa gelip adımı, nerede yaşadığımı, ne iş yaptığımı falan sordu; kedi gibi yanıtlayıp papağan gibi tekrarladım muhatap olduğum soruları. Tavırlarının aksine Gül'dü adı, Üsküdar'da bir şirketin muhasebe bölümünde çalışıyormuş. Şimdi yalan olmasın sayısını hatırlamıyorum, baya kenarda kalmış sokağına girdik, çıktık Sofya'nın; tanışma faslını geçtiğimizden, sohbet düzeyinde olmasa da diyolog kurabilme mertebesine ulaşmıştık. Yol boyunca Türklere rastlamamayışıma 'yuh' çekip yaşıyor olduklarımı da 'kuru bir romantizm' olarak tanımlıyordu Gül hanım. Haspam. Asabımı bozmuştu. Kahrolası oteli bulsaydı da, kurtulsaydım şu yüzsüzden. Nerdeee. Üstüne, tüm yolculuğum boyunca kendini göstermeyen tek damla, çisenti olup şakır şakır yağmura dönüşmesin mi; artık bereket miydi, uğursuzluk muydu orasını bilemeyeceğim, mecburen dinmesini arzulayarak sığındık bir saçağın altına iki büklüm. Sırılsıklam olmaktan iyidir. Saydırmaya devam ettiği küfürlerin arasında, kokuşmuşluğuma da girip çıkacak diye nasıl ödüm kopuyor; kokum daha da fazla yayılacakmış hissiyle hareket de etmiyorum, psikolojimi siz düşünün. Yarım saat kadar sonra duruldu yağmur, bıraktığımız yerden koyulduk arayışımıza. Beklerken nasıl sıktıysam bedenimi, uzun sürüşlerimden kalan ağrı, sızı eklemlerimi kuşatmış, her adımımda vücudumdan bir kale düşürüyordu. Ahlayıp vahlaya, akşamın ilk karartısında yanı başında yamak olduğum yabaninin, 'sıçtığım, sonunda' lafıyla muradıma erdim neyse ki. Gül, yokmuşum gibi üç bölmeli dönen kapıdan içeri daldı hemen, tabii ki şaşırmadım; ardından bisikleti girişe bırakıp ben de dahil oldum otele aynı kapıdan. Kadın buhar olmuştu, bana ne, niye hâlâ umrumdaysa. Çamur yalamış kırmızı halının resepsiyonda sonlanan inceliğinde ayaklarımı sürte sürte ilerlerken, köşelere iliştirilmiş üzerleri süet dört koltuktan ve koltukların arasına dizilmiş dört kanepeden ibaret lobinin bir grup misafiri, birkaç gün önce oynanmış futbol maçının kritiğini yapıyordu. Sınanıyordum herhalde, oldum olası futbolu bir türlü sevemediğimden, gelin görün ki gençler, memleketten uzakta, ana dilimle ikinci karşılaşmam da ilkiyle kıyaslanacak kadar tuhaftı; İstanbul derbisiymiş, beş atmış kazanan, tek golle karşılık vermiş kaybeden. Hemşehrilerimin sonuç değiştirmez taktiklerini uygularcasına, presten vazgeçip atağa kalktım ve koku mesafemi koruyarak resepsiyonist kadının yanında aldım soluğu, anlaşılır kelimelerden basit cümleler kurdum, ıvır zıvır işlemleri de halledip yüz yirmi üç numaralı anahtarımı taktim etti narin bir el; bisikleti temizlik malzemelerinin tıkıştırıldığı küçükten bir odaya sepetleyip öncesinde poşetlediğim kirlilerimi ve her birinden tek parça kalmış giyilmeyi bekleyen eşyalarımı da alarak doğruca odaya ışınlandım. Yapılacak işler beklemez! Bir de ne göreyim, oda değil saray yavrusu mübarek, şimdi bile sırıtmaz; bizim kurumun yaz kampları olurdu, amma da lüks derdim, meğersem değilmiş, o gün farkına vardım. Üstüne üstlük, hani Edirne'de bir otelde kalmıştım ya, ora gayet sıradandı, tamam işimi gani gani gördü, ama o Sofya'daki yüz yirmi üç numaralı odaya yaptığım ödeme, ilk konaklayışımın neredeyse yarı fiyatına denk geldi. Kısaca gençler, ülkeler arasındaki kur farkını kokuşmuşluğumu gidererek deneyimlemiştim. Ara vermeden, tıpayı sabitledim giderin yuvarlağına, çevirdim sıcak su akıtan musluğun başlığını, şampuanları hoyratça boca edip kolumu kepçe yaparak biriken suyu bir güzel köpürttüm. Küvet dolarken doladım üzerime gıcır havluyu, ne kadar kirlenmiş elbisem varsa atıverdim suyun içine, pislik ne kadar ağırlık yapmışsa artık, her biri güvertesi delinmiş gemi gibi dibi boyluyordu. Banyoyu öylece bırakıp don kilot uzanıverdim; ne ara uykuya daldığımı bilmeden kalktım gecenin bir yarısı, son temizlerimi kuşanıp lobiye indim. Bilin bakalım, kimi gördüm? Tabii ki o huysuz Gül'ü. Habire yıkanmaktan silindi silinecek hal almış otelin logosunu taşıyan, üzeri tüttüğünden yeni doldurulduğu belli fincanı, sağ elinin işaret ve orta parmağını kulbuna dolayarak tutmuş, sağ dizine yerleştirdiği sol ayağını da hızlı hızlı sallayarak, dersin gözlerine sinmiş mızmız sıkılganlığı pışpışlayıverip dindirmeye çalışıyordu. Karşısına dikilen televizyonun içindeki sunucunun anlamadığı anlattıklarıyla ilgilenmiyordu bile. Hoş, ilgilense bile ne kadar sürdürebilirdi ki? Haaahhaahhah. Şansa bakın ki, lobide ondan başka kimse de yoktu, başkaları olsa karışacaktım kalabalığa, bir güzel görmezden gelecektim. Dışarı çıkmayı düşündüm, zaten zor bulmuşuz otelin yerini, ararken de kafamda yer etmemişti hiç bir ipucu; nereye gidiyorsun, dedim düşünceme, otur oturacağın yerde! Süet koltuklardan birine yerleştim, rahattı da, tüm yorgunluğumu zaten odada bırakmıştım, gıcırdım. Gül'le ilgilenmeyip televizyonda dönen bant yayınına dikkat kesildim. Tesadüfe bakın ki, sahnede yine futbol vardı, lobi değil tribün mübarek, neyse, yazın oynanacak Dünya Kupası'na katılacak takımların geçmiş başarılarını, katıldıkları yılları sunucunun aktardıklarından anlamayıp ardından, klip şeklinde hazırlanmış ekranı kaplayan gollerden, sevinçlerden, rakamların evrenselliğinden çıkarabildim. O kadar da olsun. Tabii, sıranın Türkiye'ye gelmesini bekledim, gelmedi, ama maçların İtalya'da oynanacak oluşunu öğrendim. Final maçı da Roma'da. Daha ne olsun? Can sağlığı. Haaahhaahhah. O kadar kopuğum futboldan. Bizimkini hatırlayıp olduğu tarafa yönelttim bakışlarımı, bir insan oturduğu yerde dakikalar boyunca hiç mi kıpırdamaz, zamanın geçişkenliğini hatırlatan tek detayı fincanın tükenmiş dumanıydı. Dayanamadım gittim yanına, öküz sütü içmişçesine oturdum ilişik olduğu kanepenin yakın boşluğuna. Amacım rahatsız etmek kesinlikle değil, yanlış anlamayın! Merak diyelim biz ona. Neyse. İsmini de geçirdiğim merhabama ne cevap verdi dersiniz? 'Yine mi sen!'. Manyak karı, gömüldüğü yerden en ufak açısını bile değiştirmeyerek söylemişti hem de. Ya sabır! İnadım inat, allem ettim, kullem ettim; yavaş yavaş kıpırtıları belirip çözülmeye başladı. O sıra fark ettim kolundaki dövmeyi, bildiğin marjinalmiş hatun; tamam, şimdi hemen herkesin bir yerlerinde var, o zaman kimse de yoktu, teknik üniversitede talebeyken Laleli'de, Sultanahmet'te yabancı turistlerin kollarında yeşil çizgilerle işlenmiş aslan, kaplan, ejderha, kılıç dövmelerini görmüşlüğüm vardı, tabi ecnebi yapımı filmlerde kaslı aktörlerin, güzel artistlerin yakın çekim görüntülerinden de aşinaydım; ama ilk defa bir Anadolu insanında, Anadolu'dan uzakta da olsak görmüştüm. Haaahhaahhah. Gençler, ne konuştum cidden, orospu ağzımı açtırdınız bana, yalnız siz ısrar ettiniz, bir daha da beni böyle göremezsiniz. Haberiniz ola! Ne diyorduk, Gül diyorduk, dövme diyorduk. Ooof ooof, Bahtiyar! Doldur bakalım(Masanın sakisi, Sıtkı'nın uzattığı bardağı usulca alıp önce iki tane buzu boşluğa salladı, buzlar döne döne çemberin derinliğini boyladı, sonra kapağından sıyrılan şişenin eğilen ağzı, hüzünlü hüzünlü lıkırdayarak hem gramofonun ritmini bozdu, hem de buzlara can oldu. Bardağın tek ölçeğini taşırırken son damlalar, Hasan bir kereliğine gecenin görev dağılımının dışına çıkma isteğini belirtip arkadaşının rızasını alarak ayaklandı. Adımları, tersten bir 'r' oldu. Önceki gece uzunca dinlediği plağı diğerlerinin arasından seçip bitmeye yakın ezginin son nağmelerini bekledi saygısından kusur etmeyerek. Bahtiyar, rakı kadar sulandırdığı bardağı uzatırken sahibine, yeni plağın oyuklarında yolculuğa çıktı iğnenin keder yüklü sivrisi. Eski düzenine tekrar kavuşan dost meclisi, bir kez daha kadehleri masanın ortasında buluşturup şevkle bağırttı geceyi ve fasılı devralan kemaniler, ölülerin toprağından, canlıların zuhurundan af dilercesine sokuldu sarhoş kulaklara.)! Siz de, ben gevezelik ederken iyi götürdünüz, haaahhaahhah(Bahtiyar altta kalır mı, kendine has kahkahasıyla karşılık verdi; Hasan, tebessümüyle yetindi; her ikisi de, yırtık donla gezdikleri zamanların acemi gezginini dinlerken, hayal meyal hatırladıkları o günlerin kendilerine ait mazisinde, salıncak olup gökkuşağının her bir rengine ulaşırken buldu kendini; Hasan'ın okumayı söküp hecelediği, Bahtiyar'ın çocukluk aşkına açılamayıp sevgisini platonik yaşadığı yıla dairdi anlatılanlar ne de olsa. Götürmeyip de ne yapsalardı?). Çok yaşayın siz! Dövme diyordum en son. Bu deli kızın, sol kolunun iç kısmında, güzel de çizilmiş bir figür; yalnız altı bildiğimiz dört ayaklı at, üstü de bu Hasan gibi sakallı mı sakallı bir herif, gerili yayına ok iliştirilmiş mızrak tutuyor. Dikkatim şaşmıştı bi kere, daha net seçebilmek için kafamı biraz daha yaklaştırdım, çekiniyorum da ters bir laf işitip tacizci damgası yememek için. İnsan neden mitolojik karakteri vücuduna kazır ki, diyorum kendi kendime. Söylediklerini, hı hı, diyerek geçiştirip avını kıstırmış yabani gibi kısaltıyordum mesafemi dövmeyle. Birden, tamamen çözülüp malum kolunu sokmasın mı gözümün içine, pis pis de sırıtıyordu. Şaşırdım, utandım, tutuldum... Alaycı vurgusuyla, 'Çok beğendin herhalde' deyip kolunu sabitleyerek Yunan tarihinden girip mitolojisinden çıktı, bilmişçe konuşurken, burnumun dibindeki tüysüz koluna soluğum çarpmasın diye de nefesimi dondurdum, kafamı doğrultmak aklıma mı geliyor sanki; alnımın ısındığını, ciğerlerimin tükenişini, kulak kepçelerimin titrediğini hissederek bulunduğum durumun sonlanmasını diliyorum. Bitti mi, nerdee, son niyetine, deyinmeye başladı bu sefer de dibimdeki karakterin kendisinde bıraktığı anlam ve önemine. Ok fırlasaydı, alnımdan mıhlasaydı, kurtulsaydım. Nihayet, 'Öyle işte' deyip çekti güzelim uzvunu, eski halime döndüm hızlıca. Söylediklerinde derinlik arıyormuş gibi sallamaya başladım zavallı başımı, ne bilsin garibim hiç bir kelimesiyle ilgilenmediğimi. Çöken sükutu, 'Neydi senin adın' diyerek bu defa Gül bozdu. Karıya bak, unutmuş bile ismimizi. Bozulduğumu belli ederek yanıtladım. Oralı bile değildi namussuz, ardından, 'Ya Sıtkı, darılma ama, hoş darılsan da umurumda olmaz, o saçak altında burnumun direğini yamulttun be vicdansız' demesin mi, daha da utandım. Kadındaki özgüvenle bak! Halbuki niye utanıyorsam, insanın gezginlik hali sonuçta, haaahhaahhah. Vay be(Küçülmüş buzların yüzdüğü bardağına yeltenip ağzına dayadığı dudak payını delen iki iri yudum, suratındaki çizgileri daha da belirgin kıldı.)! Bu Gül'le o gece, iki saate yakın muhabbet ettik. Samimi hatunmuş vesselam, yeni evlenmiş, imzası kurumadan da ayrılmış, resmiyette hâlâ evliydi. Hıhı, deli! Tur şirketlerinin gediklisi olduğundan epey gezmiş, Afrika'ya gitmiş, safarinin bile keyfini tatmış, dövmesini de bozuştuğu oğlanla flörtleştiği dönem gezdikleri Paris'te yaptırmış. Ağzım açık dinliyordum Gül'ü. Vur patlasın, çal oynasın minvalinde hayat, ne güzel! Derken, kahvaltı için sözleşip odalarımızın yolunu tuttuk, uyku şart! Yüz yirmi üç'e bir girdim ki sormayın gitsin, küvete attığım ne varsa bırakmış kokusunu odanın her tarafına, hele banyo, durabilmek ne mümkün. İnanın, hak verdim lokantadaki herife, cazgır Gül'e. Açtım camları, çıkarıp çiseledim kıyafetleri, saç kurutma makinesini saatlerce çalıştırdım, ama nafile, yatağın bir tarafına eşyalarımı serdim, öte tarafına da ben kıvrıldım. Camları örtmedim tabii. Hapşurmalarıma uyandım sabah, hasta olmadığım kalmıştı, onu da deneyimlemek üzereydim. Gevşekliğime söverek, kuruları gelişigüzel toplayıp güzelce katladım. Yola hiç çıkasım yoktu, bulmuşum da ucuz ve lüks otel, bir günlük el enseden bir şeycikler olmaz diye avutuyorum moralimi, hem bünyem de hasta olmaya meyilli, marezet değil, gerçek. Kararımı miskince netleştirip otelin en üst katında bulunan yemek salonuna çıktım. Asansörle. Buram buram memleketimden insan manzaraları kaplamıştı her bir masayı. Kafilenin arasında Gül'e bakındım, gelmemişti, zaten sözleştiğimiz dakika aralığına daha vardı. Sıcak bir çay aldım, boş bir yere yerleşip ıhlamur niyetine içiverdim. Çok geçmeden, neşeli halini kuşanıp yanıma geldi Gül, oturtmadan doğruca açık büfenin yanında aldık soluğu. Nasıl centilmenim ama, yumurtasını, kibrit kutusu büyüklüğünde peynirini incelikle koyuyorum tabağına, kendimi umursamıyorum bile, kur yaptığımı sanmayın, kanım kaynamıştı kızcağıza. Yalnız, sonrası tam fiyasko. 'Sıtkı, ben veganım', dedi gülümseyerek, ay parçası gibiydi. Cahilliğime verin, vejeteryanı duymuştum da, o dediğini ilk orada işittim. Tabakları değiş tokuş edip azar yemiş velet gibi uslu uslu boş kısımları doldurdum salatayla, domatesle, salamla... Oturduğumuzda yine bilmiş bilmiş laflar etti, hayvansal hiç bir ürün tüketmiyormuş hanımefendi. Yedik, içtik. Gırgır, şamata. Rehberleri geldi, yarım saat sonra herkesin hazır olmasını buyurdu. Ülkeden bildiğim hengame, kısa süreli canlandı orelin restoran katında. Hüzünden yoksun vedalaşma faslımızın ortasında, çantasından kalem kağıt çıkartıp yazdı evinin ve iş yerinin numarasını. İlgili kısmı yırtıp koydu önüme. Ben de, elinde kalan boş kağıt parçasını ve kalemi alıp çalıştığım dairenin numarasının rakamlarını çiziktirip uzattım. Mutlaka araşacaktık. Kalktık. O odasına, ben de lobiye. Tanımadıklarım, bildiğim dilde gezilerinin çabucak sonlanışından yakınıyordu; saatler sonra ana vatanda olurlarmış, halbuki dün gibiymiş sınır kapısından çıktıkları an. Vah vah. Beyler ve bayanlar, o gideceğiniz yolu şu kadar günde, bu kadar saat pedal çevirerek katettim, demedim tabi. Mütevazıyız da. Ah be, hakikaten dün gibi, içelim gençler(Güzelliğe, sağlığa, dostluğa.)! Yarım saat bitmeye yakın, sırt çantasıyla belirdi Gül, dönen kapıya kadar eşlik ettim, tokalaştık. Yanağımı gıdıkladı kıvırcık saçları. Ardından, otobüs tüm oteli götürdü, bir ben kaldım. Farkındayım, çok uzattım gençler, epey de oldu kimseye anlatmayalı, demek ki konuşasım varmış, af buyurun, kısmet sizeymiş( Sıtkı, sözleriyle böldüğü hikayesine tekrar giriş yapmaya hazırlanırken zihninde bir türlü canlandıramadığı sonun sabırsızlığını yaşayan Hasan, fazla dayanamayıp fırsattan istifade edercesine, 'Abi, bu anlattıkların nasıl Silivri'de sonlanacak çok merak ediyorum. Gül ablamızdan öyle bir bahsettin ki, belki birkaç lafını kaçırmış olabilirim istemeden, ama bir bağ kuramadım her iki detay arasında' diyerek olayların muhatabını, hayal cenderesinin içerisine alıp naz yapan kafası güzel cümlelerin kabuğunu çadırdatmak istedi.) Bahtiyar, bu arkadaşın annesinin karnında kaç ay beklemiş, haaahhaahhah, bir şey kaçırdığın yok evlat, iyi dinlemişsin, hikaye sarmış anlaşılan. Müsadenle Hasan bey, biraz daha gevezelik edeceğim, sen de taşları oturtursun böylece( Ustasının şakayla karışık sitemkârlığına karşılık, 'Sözlerini kesip haddimi aştıysam, bağışla lütfen!' diyebildi. Bir aya yakın zamandır her gününün büyük bölümünü birlikte geçirdiği, tecrübelerinden yararlandığı yaşlı adamın, olağan her türlü duruma verebileceği tepkiyi tam olarak hâlâ çözemediğinden ve yaşına hürmeten, alttan alan genellikle kendisi oluyordu; şikayetçi değildi, herhangi kırgınlık, sürtüşme doğurabilecek kıvılcımları bertaraf etmekti saf tavırları.). Hadsizlik değil be evlat, sizi yakın görmeseydim açar mıydım hiç ağzımı, belli mi olur, bir benzerini sen yaşarsın, geldiğinde kurarız sofrayı yine böyle, sen anlatırsın, biz dinleriz; ama yolculuğundan önce kafanı şişirmek farz oldu. Ee Bahtiyar yanan sen oluyorsun, artık biraz daha katlanacaksın bu bunamış herife. İçelim öyleyse( Üç ağızlı volkanın gümbürdeyişinde yankılanan kahkahalar, gönül almalar sıradan bir başkent gecesinin isimsiz kahramanlarının anason kokulu deminde birikip gramofonun huzurunda dağıldı belli belirsiz. Sıtkı, boğazında toplaşan sofra kalıntılarını, diğerlerinden bir yudum fazla alarak midesine inen sıvının akıbetine bırakıp hazır olduğunu belirtircesine masaya vurdu.). Sıkıntı çökmüştü içime, Gül'ün verdiği kağıt parçasındaki iki numarayı ezberledim ruh halimi dağıtmak istercesine, hâlâ ezberimdedir, ama o an hiç bir işe yaramadı. Neredeyse çalışanlarından başka kimsecikler yoktu otelde. Boş lobinin süet oturma grubu, giden kafilenin bıraktığı çukurları terkedilmişçesine yaşıyordu tümseğinde, narin elli kadınla vardiyalı çalışan resepsiyondaki kıllı herif, çat pat Türkçesiyle pazarlık halindeydi; açık televizyon yine saydırıyordu bir şeyler, insan kapatır, boş külfet. Düşünüyorum olmuyor, dolanıyorum olmuyor; Gül'ün iki kutuplu davranışları geliyor aklıma, tebessüm ederek sonlandırıyorum ona dair sevecen duygularımı da. Gıcık olmaya yemin etmiştim sanki. Uzun konuşma biter bitmez, vardım resepsiyona, yüz yirmi üç'te kaldığımı söyleyip bir gün daha misafirleri olacağımı belirttim. 'Hay hay beyefendi' diye yanıtladı kıllı herif, adam halbuki seviye atlamış bizim dilde; bazı bazı hatırlar, hesapsız kahkahalarımla yâd ederim. Hey gidi! Neyse. Ödemeyi yapıp çıktım yüz yirmi üç'e. İlk andan itibaren odaya yaşattığım kara senaryoyu sonlandırmaya, kirli suya kolumu daldırıp elimi batırarak tıpayı saplı kaldığı yuvarlağından kurtarma gayretiyle başladım. Hortum olup alçalan pisliğimin yukarısında beliren kalıntıları da fıskiye yardımıyla def edip güzelce temizledim küveti. İşsiz kalınca, sıcak suyun altına girdim, çıktım kurulandım, yatağımın etrafında 'u' çizip uzak şehirlere kaç günde gidebileceğimi hesap ettim. Üzerimdeki kırgınlık da tamamen geçmişti. Bundan iyisi, can sağlığı! Uzandım, kalktım, uyudum, uyandım... Kısaca epey tembellik ettim. Otelde geçirdiğim yirmi iki saat dolmak üzereyken, odanın bulunduğu katın koridoru yeni misafirlerin gürültüsüyle dolmaya başladı. Her birini anladığım diyaloglar yanıbaşımda dönüyor gibiydi, 'yok artık' dedim, gerçi niye şaşırıyorsam, resepsiyonda bekleyen çalışanlar bile Türkçe konuşuyor, babalarının hayrına mı ki? Ticaretin cilvesi. Kikirdemeler, açılıp kapanan kapılar, mazeretler, tatlı telaşlar, kuruntular... Çıkıverdim odadan. Tam karşımdaydı yüz yirmi yedi, sakinleri üç çocuklu bir çift, adamla göz göze geldim, artık nasıl baktıysam, garibim özür dilemeye başladı güya çocuklarının vermiş olduğu gürültüden ötürü. Çocuk gürültüsünden hiç rahatsız olunur mu, olmam diyen yalan söyler, ama o çocuklar ellerindeki oyuncaklarla sıkı fıkı bağ kurmuştu, eğleniyorlardı. Olması gerektiği gibiydiler yani. Ya o anaları, tam bir cazgırlık abidesi, tüm gürültüyü koparan oydu yüz yirmi yedi'de. Kocası da pısırık, anca karısı uğruna veletlerini feda edip özür dilesin. Adamı geçiştirip kapısı biraz uzağıma düşen yüz yirmi iki'ye yönelttim bakışlarımı, oradakiler de başka alemin yolcusu gibiydi. Kutu gibi iki valizle, ahiret öncesi Dünya turuna çıkmış gibilerdi. Amca bey, şimdi kesin mefta olmuştur, doksanına yakındı, nisan ayında palto giymişti, madem bu sıcakta palto giyiyorsun neyine senin gezmeler tozmalar... Cahilim işte, içimden öyle geçti o an. Yalnız, adam Ankara'dan fırlamıştı besbelli, kesin bürokrat emeklisidir, dedim kendi kendime. Bacaklarını, ütüsü mis, ama haddinden fazla bol kumaş pantolon sarmış; ayaklarını, parlayan siyahlıkta kaliteli kunduralarla kapatmış; paltosunun içini, memleketimin dört köşesine dağılmış koyu renk ceketle ve sıradan gök mavisi gömlekle donatmıştı. Amca beyin eşiyse, o da kesin meftadır şimdi, hanım teyze değil, soylu bir ailenin kraliçesiydi mübarek. Nasıl bir endamı vardı, otelin tüm halıları kendisine serilmişçesine asildi. Hazır olda kalıp selam duracaktım biraz daha bekleselerdi. Amca beyin zorlanarak kapısını açtığı yüz yirmi iki'ye zarafetle dahil olurken soylu kraliçem, koridorun uzak tarafından sürpriz doğum günü partisinin tezahüratları yayıldı aniden, yirmi bir olmuştu ayın yirmi birinde 'hepinize çok teşekkür ederim' diyen ince sesli bir kadın. Epey doğum günü eskitmiş amca beydeydi gözlerim. Ortasına geçtiği valizleri kaldırdı, boyu tuttukları kadar ufaldı. Ah yaşlılık! Usulca girdi odasına. Yönümü şamatanın olduğu tarafa çevirdiğimde, hediyeleri kabul ediyordu doğum günü çocuğu. Tıpkı sesi gibi de inceydi. Kapı eşiğine yaslanıp biraz bakındım hayli kalabalık mutluluk tablosuna, 'şimdi öğrenci olmak vardı' diye sayıkladım, tarihi belli olmayan doğum günümü kestirmeye çalıştım anacığımın tarif ettiği aralığa sadık kalarak; Amerika'nın Türklere yaptığı yardımdan sonraymış, Hindistan'ın bağımsızlığından önceymiş. Anacağım alem kadındı. Yattığı yer incitmesin. Ah ah! Ucu açık yalnızlığımı, asansörün icadıyla hepten unutulmuş basamaklara yaymak istedim kader bağını güçlü tutmak istercesine. Kapıyı kapattım. Merdiven boşluğuna doğru yönelirken, hemen bitişiğimdeki yüz yirmi dördün gıcırdayarak açılmakta olan kapısına dikkat kesildim istemsizce. Aman tanrım! Gözlerim, beliren vücudun hatlarında kaymaya başlamasın mı; pileli süt beyaz mini etek bir kadına bu kadar mı yakışır, saniyesinde mest oldum. Bacaklarının kusursuz biçimini, yarım kollu kıyafetinden sarkmış gönül tutuşturan kollarını nasıl anlatmalı, tutulmak ne kelime, vurulmuştum. Gözlerinde kaybolup eteği gibi süt beyaz tenini keşfetmeye adamışçasına dikilmiştim karşısına. Gönül kuşlarım nasıl da ötüşüyordu, Roma hayallerimin canı cehenneme... Yeni hayallere yelken açarak alemime sürükledim gerçek olan neyim varsa; geçtiğim Balkan düzlüklerinin nisan yeşili kapladı ilk cemremi, bir deli rüzgar esti ve sevgilimin kumral saçlarını yalayıp alnına savurdu, masumane duruşunda cezbeden boşluklara ebabil çabukluğunda konup dudaklarımda titreşen kırlangıç acemiliğini esirgemedim saf duruluğunun şehvetli çıplaklığından. Aah aah, dün gibi. Nasıl geçti o kadar yıl? Aynı yatağı paylaştığımız ilk günlerin bir sevişme sonrası, yüz yirmi üçte, tutkun bakışlarımın yansıyışına ne demişti biliyor musunuz? Benimki de laf, nereden bileceksiniz. 'Çok tatlıydın.'. Halbuki, sudan çıkmış balık görseydi halimi, derdini unutup kahkahayı basardı. Aşk işte. Konuyu sulandırmayayım. Odalarımızın önünde kök salıyordum isimsiz sevgiliye. Bir kıpırtısına canımı verecektim. Dakikalar öncesinde duyduğum seslerden hangisiydi sevgilimin ki? Sever miydi tiyatroyu, ya da sinemayı? Karlı bir Ankara gününü yaşamış mıydı? Hopa'ya gitmiş miydi? Gitmediyse, götürürdüm, anacığımla tanıştırırdım, babam da bize baka baka çatlardı. Ne güzel olurdu. Başucunda kitap olur muydu veya bir bardak su? Sevgilisi var mıydı? Yoksa evli miydi? Ooh, parmaklarında neyse ki yüzük yoktu. Tutulmak ne şuursuz bir delilikmiş, öpseydim ya yanaklarından, ince beline sarsaydım ya kollarımı. Abartıyorsun be abi, demeyin sakın, az bile yapıyordum; ilk görüşte aşkın gençler, öncesindekiler aşk değil, sonrasında da aşık olunmuyor; bu duygu halini yok sayıp inkar eden ve iki kez yaşadım diyen, bilin ki yalan söylüyor. Hasan efendi, dizmeye başla taşları, dananın kuyruğu yeni kopuyor. (Pejmürde olmuş geçmişinin silinmez kalıntılarını netleştirmek istemese de, kendisinin olmaktan çıkmış genç bedeni, öç alırcasına vuruşuyordu yaşlı zihniyle; susmak, salya sümük ağlamak bir kaçış olabilirdi, fakat yaşamış olduğu ayaklarının yerden kesilme rüyasını, tükenmemeye yemin etmiş bardağının buz dolu ferahlığında keyfekeder taklidi yaparak geçiştiremeyecekti. Hanon egzersizinden bihaber yeni yetme piyanist yavaşlığını kuşanıp ağır ağır tuşlara basarcasına, sonlanmamış ezgisinin henüz duyulmamış notalarında gezinmeye başladı Sıtkı.) Donakalıp gözlerimin içine baktı bir süre. Fonda, daha güzel nice senelerin olsun, diyen farklı, neşeli ses yığını ve yüz yirmi yedideki cazgır karı. Dudakları genişleyip iki yanağı arasındaki tatlı mesafe, hamlığından sıyrılan çiçek gibi açıldı sevgilimin, gülüyordu. Destanlar ve masallar ve sınırsız okyanuslar halt etmiş, zürafaların boynu ve baykuşların bilgeliği abartılmış, göğü delen dikey yapılar halbuki noktadan ibaretmiş... Büyüttüğüm, gördüğüm, şanını duyduğum ne varsa cücenin deveyle maytap geçtiği ukalalıkta oyuncak oluvermişti. Bir merhabayla bozdu aramızdaki sessizliği; kuşlar af buyursun ki kargaların adı çıkmış, şarkılar çoktan uzayıp yol olmuş, çalgılar bağışlasın ama tefiymiş, darbukasıymış hepten yabanileşmiş... Bir sözünün kulaklarımda tutuşan sıcaklığına kapıldım. Neyleyim? Dillendim. Bir merhabaya da ben tutundum. Restoranın yerini sordu, tam da oraya gittiğimi serpiştirdim. Yalan! Aşağı katları vadeden merdivene yönelecektim halbuki. Sevgilim nereye ben oraya. Basamaklara bir darbe de ben vurdum isimsiz sevgilimi üç beş adım uzaklıktaki asansör kapısına önden buyur ederek. Kutlama yapanların patlayan şampanyaları eşliğinde bastığım düğme, sıkılgan ışığını dokundurdu parmağıma; ardından, ağır çalışan dişli makinelerden aşina olduğum 'vınn'layışın esiri olup beklemeye koyulduk koyu kahve demir kapının oklava yutmuş telli camında belirecek buzlu ışıltıyı. Ding donk! Gün içinde, inip çıkmaktan usanmayan asansör, babamın deyişiyle götürge, buyur etti tek kenarı tamamen aynayla kaplı kabinine. Baş başa kalışımızın ilk olay yerinde tabii ki köşe kapmaca oynamadık, tek tuşla komut verip dinen 'vınn'layışı hareketlendirmek gerekti önce. Derken, sallanarak yükselmeye başladık; sığ yörüngemizden çıkıp yıldızlara, hatta aya, yok yok uzak yer kürelerin morlu, eflatunlu, turunculu hayal ettiğim bilinmezliğine savrulsakdık ya; durdu kabin, boydan çekilmiş fotoğraf gibi gönlümde sakladım aynada beliren utangaç duruşlu loş yansımamızı. (Yaşlı adamın burnunun kenarlarına kadar süzülen pınardan iki damla koptu. O ana kadar herhangi bir yaramazlığa teşebbüs etmeyen gözlüğünü, çerçevesinden tutarak masaya bırakıp çıplak yüzünü gizlercesine avuçlarıyla kapattı ve bir perdeyi aralar gibi, yaşadığı hüznün yer edinmeye çalışan doluluğunu, önce parmak uçlarıyla, sonra da iki elinin üstüyle gözaltlarından yanaklarına kadar yayıp duygusal detaylarından kurtulduğunu sandı; fakat umarsız iç çekişleri rahat durmayarak, istemsiz hıçkırıklara dönüştü. Masanın diğer sakinleri, sessiz dinleyişlerinin ardından, aynı sessizlik içerisinde bu defa da yaşlı adamın hüznüne ortak olmayı gönülden istediler, beceremediler; irice sarılmış dolmayı tek seferde dişlerinin keskinliğine bıraktı Hasan, tabağındaki sulanmaya yüz tutmuş meze artıkları üzerine çatalının dört sivrisiyle anlamsız desenler çizdi Bahtiyar; baskınlığını geri alan antika gramofon, cızırtısını hıçkırıklara saplayıp döndürürken bir başka keder yüklü yetmiş sekizlik taş plağı, ikisinin de aklına gelmemişti bir tanecik mendil uzatmak. Bekleyiş, masayı kaplayan sofra bezinin mavi beyaz küçük karelerini saydırtıyormuşçasına tutsak etmişti tüm gözleri. Bir yaz serinliği girdi pencereden, yapraklar hışırdadı, köpekler havladı, unutulmuş yarım deste mendil havalanıp emaneten yaşlanmış gezginin tabağına kondu.) Tutamadım kendimi gençler, insanız sonuçta, ama laf ağızdan çıktı bir kere, devam edeceğim müsadenizle(Canlanmayan kıpırtılar, bazen en büyük onaylayıştır). Koyu kahvelerimizi alır almaz, Gül'le kahvaltı yaptığımız masayı işaret ederek - koca restoranda başka masa yokmuş gibi - oturacağımı, eşlik edişinden memnuniyet duyacağımı söyleyip beklediğim yanıtı alarak kurulduk sandalyelere. Sükûn içinde avel avel bakınıp utangaç gülümseyişlerimizle birbirimizi yoklarcasına yarılamıştık kahvelerimizi(Sıtkı'nın eski neşesi kaybolmuş, ara ara ahlayıp vahladığı hüzün belirtileri tüm akışını sarmıştı, kalbine silah dayamışlar da, zoraki anlatıyordu sanki. Noktalama işaretlerine savaş açmış düz bir yazıyı okurcasına vurgulardan mahrum, yaşadıklarının yabancısı gibiydi. Ufak bir yudumla anlatısının bildiği akıbetine pansuman yaptı, masadakileri yokladı, şehrin karanlığından salonun aydınlığına kanat çırpmış ne idüğü belirsiz kara sineğin vızıltılı tacizini ellerinin ilkel adaletiyle kovuşturup masadaki gözlüğünü tekrar taktı ve herkes kaldığı yerden devam etti.). Tanışalım mı, deyip uzattı elini. Gayet samimiydi. Uzun tırnaklarını kırmızı ojeyle kapatmış, kızartılmak için düzgünce doğranmış patates taneleri gibi dolgundu parmakları. Elini kavrayıp avucunun nem bulaşmış sıcaklığında ikinci cemremi yaşağımda, ben Mine, dedi hayat kucaklayan neşesi eşliğinde. Sevgilimin aksine, kart bir 'Sıtkı' çıktı ağzımdan. Gülüşmemiz ilk sohbete, ilk sohbetimiz gelecekten beklentilere dayanak oldu otelin vasat üstü restoran katında. İlkokul öğretmeniymiş Silivri'de(Sıtkı, çırağına bakıp acı acı güldü), o yılın yirmi üç nisanı pazartesiye de denk gelince, altı günlük Balkan turunu aylar öncesinden ayarlayıp zamanı geldiğinde de naylondan raporu bir güzel uydurarak dokuz gün boyunca çocuklar gibi şen olmaya adamış kendini. İnce meselelerden örülü konuştuklarımız bizim olsun, yalnız kuluçkaya yatmış tavuk narinliği mi dersiniz, yoksa deli cesareti mi bilemem; duygularımı, aşık oluşumu, hayallerimde olgunlaşmakta olduğunu ve daha bir çok sevgi bahşeden deyişlerimi güfteleyip fısıldadım sevgilime akşamdan restoran servisinin sonlandığı geceyi çok geçeye kadar; tabii bir şeyler de atıştırdık o ara, abur cubura da bayıldık, uyku kaçıran koyu kahveye de abandık. Ve odalarımızın önünde ayrılık vakti geldiğinde, pazartesi Atina'ya geçeceklerini söyleyip gezilerinin bir buçuk gününe eşlik etmemi istedi sevgilim yarı utangaç bir dille. Şehvetle kabul ettim. Yanaklarında açan ayva tüylerini, iki haftalık sakal kıllarımla kucaklayıp vedalaştık; o yüz yirmi dörde, ben de malum, yüz yirmi üçe. Sonrasında da gençler, uyuyamadan uyandım, deli fişek hazırlanıp yüz yirmi üçü bir geceliğe daha sahiplendim, ağır başlı davranıp iki gün öncesinden gezindiğim bir çok yeri, Mine'nin misafiri sıfatıyla tekrar edip ve ara ara firar edip Gül gibi kaybolmayı denedik sokaklarda sevgilimle; istemsiz dokunuşlar sonrası beliren kızarıklığımız, utangaç sokuluşlara merhem olup kaçamak ilk öpüşün müjdesine doğru saniyelerini eritirken, aşkımın tufanına daha fazla direnemeyip terlemiş avucunun içine dokundum bile isteye ve parmak araları iştahla açılıp sardı her bir parmağımı, tek yumruk olup avuçlarımızdan sızan ter damlacıklarını aşkımızın nişanesi olarak bıraktık Sofya'nın kaldırımlarına. Sevgilim, hakikaten sevgilim olmuştu. Turumuz o gün sonlandığında, el ele girdik otelin dönen kapısından. Hayat çok garip! Süet kanepelerin birinde dinlenip restoranın kahrımızı çeken masasında afiyetle lokmalarımızı dizdik midemize, kulak kabarttık diğer masalara, çekiştirdik yüz yirmi yedideki cazgır karıyı ve bazı insanları, yakıştırdık birbirimizi; yorgunluğun gelmekte olan uyuşukluğunu beklemeden, ilk akşamımızın aksine, erkenden odalarımızın olduğu katın sakinliğine bırakırken bedenlerimizi, asansörün aynasında, dillendirmediğimiz ve ayrı ayrı düşlerimizde sakladığımız sevişken arzulayışımızı ele verdik ürkekçe parlayan gözlerimizde. Yirmi yedi saat kadar öncesindeki ilk bakışmamıza şahitlik etmiş iki kapı arasına varışımız, üçüncü cemremin hiç de kötü olmayan girdabına sokuluyordu apansız. Yüz yirmi üçün yatağa seyreden ufak koridoru önümüze açıldığında, cinselliğe kurulu adımlarımızla dahil olup bir hışımla arkamızdan çarptı kapı ve sabır küpüne dönüşmüş ilk öpücüğün kıvılcımı, kontrol altına alınması imkansız ve birbiriyle dans edercesine uzayıp kısalan iki aleve bürünüp kaotik, çokça altlı üstlü, sürekli iniltili sarsılmalarımızla sürerek ilerledi gecenin tükenişine değin. Karyolanın ritim yoksunu gıcırdayışlarını işitip şatafatlı günlerine özlem duymuş olabilir miydi yüz yirmi ikideki kraliçem ve bürokrat kılıklı amca bey? Aah aah! Halbuki, gençliğimin sonbaharında olduğumu sanırdım, hayatın cilvesi mi dersiniz artık, yoksa çapkınlığımın sönüşü mü, orasını bilemem gençler; ama ara verdiğim sekse dair en ufak dürtünün olur olmadık kemirişini hissedişlerimde, bilmediğim performansımı zalimce eski kudurukluğumla kıyaslayıp bitik halde olduğumu düşünürdüm. Halt etmişim. Mine'nin bakir kıvrımlarında, diri meme uçlarında, kaynağını ensesinden alıp her karışına sızan nevi şahsına münhasır kokusunda, dilinin uzayan kenarlarının dişlerimi sıyırışında, boyun çukurlarında sevişken dinginliğimle yeniden tanışıyor, yaşıyor olduğum duygu selinin son bulmasını istemiyor, sevgilimin çıplak koynunda bir ömür geçirebileceğim deli saçması fikirler küf tutmuş beynime davetsiz misafir gibi yerleşiyordu. Yaa gençler, Roma hayaliyle başlayıp anlık da olsa Lizbon'a kadar fişeklediğim bisikletli turum kocaman bir yalan olmuştu, Sofya'nın kenar mahallesinde Türk turistlerin akınına uğrayan otelin yüz yirmi üç numaralı odasında, hayatımın dönüm noktalarından birini yaşadım şevk içerisinde. (Kara sineğin intihar edercesine Sıtkı'nın gözlük camına çarpıp yaşlı ellerin havada ilkel bir top füzesi gibi, ileri geri salvolarından feyz alan aynı kara sinek, kestane gözlerini kanatlarından aldığı güçle masanın üzerinde gezdirip vızıltısını susturacak yer aradı; usluluğunu koruyan gözlüğü tekrar tekrar yoklasa da, gramofon borusunun zirvesinde karar kılıp inişinin ardından yekten bir iki adım atarak sabitledi şişkin gövdesini. Masanın durulan hasbihalini bir kez daha fırsata çeviren Hasan, bu defa da lavabo müsadesi istedi sızdırmaya yakın sıkışıklığını belli ederek. Biri geldi, biri gitti, aynı devirdaim son sidiğin tükenişine dek sürdü. Masayı çevreleyen meclisin tüm ahalisi, efkarlı cızırtının üst perde nakaratını bekledi ve an geldiğinde, ellerindeki leylek boynu bardakları tokuşturmadan yuvarladı. Saki, ikinci şişenin de son damlacıklarını, hak geçmez eşitlikte yaydı şeffaflığını yitirmiş üç bardağa ve sahiplerine doğru son kez yolculadı ikisini. Nakaratın bitiminde, vedaya hazırlanan udun tellerine ağır ağır dokundu mızrap. Gözyaşlarının oyun bozanlığında ölüp ölüp dirildi Sıtkı. Dumanından büyü çıkartmak istercesine kallavi bir tütün sardı Hasan. İsminin hakkını vermeye çalıştıysa da, efkarına direnemedi Bahtiyar. Bir vardılar, bir yoktular, konuşmadılar ve bir süre, kara sineğin de katıldığı bakışmalar dolaştı salonun aydınlığında.) Sevgilimin, sevgilim olduğu zamanlara içelim gençler! (Suskunluğu bozan yaşlı adamın ağlamaklı ricasını kırmayıp kavşak bellenen masanın ortasında, son defa bütünleşti esrik leylek boyunları). Epey uzattım, vuslata kavuştum, artık yavaştan atayım üzerimden. Görüyorsunuz ya, ağırlığı altında eziliyorum. Destur! Mine gitmedi Atina'ya, kaldı yanımda. Son tatil gününün sabahında İstanbul'a giden otobüsün, üç numaralı koltuğuna kadar eşlik ettim sevgilime. Hareket saati geldiğinde, yürek burkan ayrılığımızı yaşadık ortak dünyamızda. Bir hafta boyunca yaşadığımız mest edici sevişmelerimizden sonraki sözlerini hatırlayarak el salladım yavaştan geriye uzayıp açacağı boşlukta kaybolacak olan otobüsün içindeki sevgilime; bisikletli yolculuğuma devam etmemi nasıl da çok istiyordu, gezeceğim yerleri, karşılaşacağım insanları anlatacağım günün seherinde yapacağı muzip hazırlıkların hayalini kuruyordu, bekleyecekti, geldiğimde evlenecektik. Evet, az biraz devam ettim yollarda, anlattım da coğrafyaları ve insanların bin bir türlü yaşamlarını; sonunda gençler, evlendik de. ( Hasan, ustasının dul olma ihtimalini hiç düşünmemiş olduğundan, çektiği dumanı istemsizce fazladan teneffüs ederek yürek burkan öksürük nöbetine tutuldu. Ağzından fırlayan tükürük taneleri mikrop gibi yerleşti önündeki masaya, af dileyecek dermanı kalmamıştı, ama güç bela uzanabildi yakınındaki suya, lıkırdatarak hasarını kapamaya çalıştı.) Helal! Helal! İyi misin Hasan Efendi? ('Öhö öhö, iyiyim ii öhö öhö iyiyim iyi Servet abi, kulağım sende. Öhö öhö.') Haa, iyi ol da. Ne diyordum? Haah, evlendik. O kısıma birazdan geleceğim. Şimdi hâlâ Sofya'dayım. Sevgilimsiz bir gün kaldım otelde. Öğretmenlik yaptığı okulun ismini sayıklayarak akşamı getirip nihayet hatırladığım bisikletimi hazırlayıp odama kapandım. Yatağa sinmiş kokusunda huzur buluyor, saate bakıp vardı varacak yorgunluğunu hayal ediyor, bir bilet de ben alsaydım keşke diyerek vahlıyor, mahrem fantezilerimizin kalıntılarını hâlâ yaşıyor, yüz yirmi üçle kurduğum bağın sonlanacak olmasına üzülüyor, anacığımı arasam mı acaba deyip babamın egzozu delik otomobil hırıltısına benzeyen sesinin çıkabilme ihtimalinden çekiniyor, bir başına kafayı yememek ve rüyamda Mine'yle karşılaşabilme ihtimaline tutunmak için de uyumaya çalışıyordum. Hangi ara uyudum? Kör vakitte uyandım. Toparlanıp son kez kapattım odamın kapısını kilitleme gereği duymadan. Kahvaltı yapmadım. Yağmur sonrası bir nisan akşamı, tarifsiz burun büktüren kokum eşliğinde girdiğim üç bölmeli dönen kapıdan, aynı ayın son günü, Mine'nin varlığında yaşattığım pürü pak duygularımı his bahçemde saklayarak, küskün kara şimşeğimle birlikte çıkıverdim. Sürdüm, sürdükçe uzaklaştım sevgilimden; o doğudaydı, bense kuzeybatı yönünde ilerledim. Keyifsizdim. Türklere de denk geldim, sevinemedim. Tarih kitaplarından bildiğim Tuna Nehri kıyısına üç günde varıp dört günde de ine çıka yanıbaşında, bazen uzaklaşıp yakınlaşarak pedal çevirdim ve Rusçuk'a vardım. Sınır hattında ilerlemek ne ilginçtir. Kapıkule'de yaşadığım tuhaf hissin daha büyüğüyle cebelleştim adeta, nehrin öte yakası başka bir devlet, ha deyip geçemiyorsun karşı tarafa, halbuki üç kulaç mesafe yüzmeyi bilen için; suyun genişlediği kısımlarda oluşmuş küçük adacıkların hangi devlete ait olduğunu bilmeden geçiyordum zincirimden sızan sese kapılarak. Ajans haberleri aylar öncesinden her saat başı duyuruyordu Romanya'daki eski rejimin kan dökülerek sonlandırıldığını, haliyle sıfır noktasında çadır kurmak yürek ister, o yürek de ben de yoktu. Tuna Nehri'ni aşmadım, korktuğumu sanmayın, sadece sevgilime duyduğum özlem nöbetleri her geçen dilimde katlanılamaz hal almaya başlamıştı artık ve aslında çoktan bitirdiğim turumu kendime de itiraf edercesine dolanmıştım günlerce. Nihayetinde, bir Sırp ve iki Macarla kaldığım hostel odasında kararımı verdim. Memleket, sevgilim beni beklemekteydi. Tırnova'ya gidecektim önce, ardından Hasköy üzerinden Kapıkule. Vesselam, dediğimi yaptım. Ama, gelin bir de bana sorun nasıl yaptın diye; lastik mi patlamadı, jant telleri mi kırılmadı, tam karşımdan fırtınaya mı maruz kalmadım, çadır mı uçmadı... Tamam, bisikletli için tüm saydıklarım olağan aksilikler, kabul; ne yaparsın ki, uçkurumuzun peşine düşmüştük bir kere. Abi, madem bu kadar özlem duyuyorsun Mine ablamıza, ne diye otobüsle yahut kamyon kasasında gitmeyip bisiklet üzerinde heba olmuşsun, derseniz de eğer, kocaman bir 'yoookk'la karşılık veririm, olmaz öyle. Ben bu yola kara şimşeğimle çıktım, gerçi gidecek çok yolumuz vardı; bildiğiniz üzere, sizin tabirinizle hizipçi misali sapıp geri döndüm; velakin geçmişte kurduğum velesipitli hayallerime ve kahrımı çeken kara şimşeğime hürmeten vites değiştirip pedal çevirerek varmalıydım, o kadar da vefasız değildim hani. Yaşamayanın bileceği iş değil. Gelin görün ki gençler, bu düşünceme de ihanet etmiştim sınırı geçtikten sonra. (Başını Bahtiyar'ın çektiği istemsiz gülüş, Hasan'a da bulaştı ve salgın bir hastalık gibi yayılıp Sıtkı'yı da etkiledi.) Gülmeyin yahu, gerçi gülün! (Yaşlı adam, kaybettiği neşesini bulur gibi oldu, ancak bilindik kahkasından çok uzak bir tebessümle anı yaşayabildi. Çökük suratı esnememişti bile. Gümbürdeyişini ele geçirmiş olan kırılganlık, uzak zamanların izini sürmeye adamıştı geceyi. Deşilecek birkaç kırıntı kalmıştı.). Yetmiş kilometre sürdüm sürmedim, Havsa'ya varmadan pes ettim. Ne de olsa İstanbul yolundaydım, illa biri alırdı. Otomobil hariç, en az dört tekerlekli bütün motorlulara el ettim güneşin altında. Zalimler! Yarım saat içerisinde belki elli araca durmaları için işaret çakmama rağmen, oralı olmadılar. Vızır vızır geçip suni rüzgarlarını bırakarak uzaklaşıp kayboldu her biri. Memleket, pek hoş karşılamamıştı anlayacağınız. Görmezden gelenler, gülüp geçenler, el hareketi çekenler, küfür edenler... Hadi, geçtim tüm bu olanları, haşlanmış yumurta atmak nedir be kardeşim, az kalsın kafaya yiyecektim. Öyle işte. Neyse. Bekleyişimin ikinci saatine girdiğimde, kaportasını kaplayan irili ufaklı göçüklerden ve büyük çoğunluğu yolcu kapısına çekilmiş macun kalıntılarından epey asfalt eskitmiş olduğu belli, elli altı plakalı turuncu kamyonun yamacıma yanaşmasıyla nihayete erdim. Kullandığı koca aracın aksine, kısa boylu ve bir o kadar çocuk yüzlü, yaşına göre epey göbekli biri indi şöför mahallinden. Gömleğinin dışarıya çıkıvermiş kırışıklığını tekrardan pantolonuna sokuşturma uğraşı verirken gayet candan, 'Abicim ne yapıyorsun bu bisikletle burada böyle, nereye gideceksin?' dedi. Aktardığımda meramımı, bir sigara yakıp buruşmuş paketini, yırttığı ucundan uzamış turuncu filtrelerden birini almam için uzattı. Sözlerimin arasına kötü alışkanlıklarımın olmadığını da sıkıştırıp yalvarırcasına devam ettim. Halbuki ne içerdim seksen sekizin on üç temmuz öncesinde, bu Hasan halt etmiş yanımda. Oof, çok sulandırdım. Bağışlayın! Bizimki sigarasını bitirince, benek benek güneş yanıklarıyla kaplı brandanın boyunu uzattığı boş dorseye yükledik bisikleti. Yolcu yolunda gerek! O anlattı ben dinledim, pek az da ben anlattım o dinledi; Nejat'mış adı, Batmanlıymış, memleketinde görev yapan rütbeli bir askerin tayini çıkınca Edirne'ye, aramış bunu, anlaşmışlar güzel bir ücret karşılığı, koca evi taşımış, dönüyormuş. Batman'ı küçük bir ilçe olarak düşlerken, bilmem kaç sayılı yasayla birkaç gün önce vilayet sıfatına nail olduğunu, ilk fırsatta plakasını değiştireceğini söylüyordu şöför Nejat. Hızını arttırmak için, bilardo topuna benzer vites topuzunu bileğinden kırdığı elinin nasır bulaşmış parmaklarıyla üçten dörde attığı sıra, 'Vay be, demek yetmiş iki il oldu memlekette', dedim biraz da laf olsun diye. Gaz pedalına fazla yüklenip koca aracı bağırttıktan sonra, 'Ohoo, ne yetmiş ikisi abi, yetmiş üç oldu, Şırnak'ı da il yaptılar, Siirt'i hepten küçülttüler' deyip gerine gerine gülmeye başladı. Alem adamdır Nejat, hâlâ görüşürüm, sosyal medyada beğeniriz birbirimizin paylaşımlarını, torunu olmuş hatta geçenlerde. Yaşlanıyor muyum ne? Hoş, Gül'le de görüşüyorum, araşırız ayda yılda bir, teknolojiye ayak uydurup görüntülü konuşuruz her defasında, ee Halim'le Asuman da arkadaşım, görüşmemek olmaz. Evlat! (Hasan'ı kastediyordu.). Gidip göreceksin bu ismini saydıklarımı, bir güzel ağırlasınlar seni('Tabii ki abi, sevinirim.'). Sevin tabi Hasan efeendiiii. Halim'le Asuman aynı evde oturuyor hâlâ, Gül nereden baksan on yıldır Mardin'de, Nejat'ta malum, memleketinde. Amaaan. İşte öyle gençler, fazla başa sardım bu defa, iyisi mi devam edeyim. Bu Nejat, sağ olsun yol kenarında indirmeyip şehrin içine daldı, müsait yerlerde durup aradığım okulunun adresini sorup durdu birilerine, eğlence çıkmıştı garibime; bileninden, bilmeyenine, yanlış tarif edeninden, nokta atış yapanına... Ufak Silivri turumuz, koca kamyonun okulun önünde durmasıyla sonlandı. Bisikleti sağ salim indirip soluklandığımızda, ismini verdiği tek vasıtalı nakliye firmasının kartını uzatırken ekledi; 'şimdi ararsan numarayı, kardeşlerimden biri çıkar Servet abi, anlarsın ya her daim hizmet, hadi selametle'. Vedalaştık kırk yıllık dost misali. Vrııın vrııın, dedirttiği kamyonunun hantal direksiyonunu hayli uzaktaki Batman istikametine kırdı Nejat ve uzayan kornasıyla selamını da eksik etmedi hayta herif. Hey gidi! Dün gibi. Neyse. Yer bilmiyorum, iz bilmiyorum. Durdum öylece bir süre. Şu zaman dedikleri ne namussuz öyle, geçse bir dert, dursa başka bir dert. Okulun bahçesine yaklaştım. Beden eğitimi dersinde olan gri, mavi, siyah önlüklü öğrencilerin, önlerindeki gençten bir öğretmenin göstermiş olduğu jimnastik hareketlerini kusursuzca yapmaya çalışarak büründükleri toy figürleri seyretmeye koyuldum. Her biri ayrı şebek, ah çocukluk! Jimnastik oldu mendil kapmaca, bir beyaz mendil belirledi kazanan grubu; zil çaldı, bahçedekilere katıldı tek katlı binanın iki ayrı genişliğinden koşturup gelen mini mini birler, çalışkan ikiler ve abi, abla olmuş diğer üst sınıftan afacanlar. Sürgülü kapı açıldı ve çil yavrusu gibi dağıldı şenlik. Neredeyse çatlayacaktım, otobüsle uğurladığım yarimi, kara şimşeğimle sürpriz yaparak karşılayacaktım. Aşk ne güzel bir tılsımdır öyle. Siz hiç kuyruklu yıldız gördünüz mü? Ben gördüm. Meşrebi yeni hayat bahşeden sevgilim, kendi masalından kopmuşçasına, at kuyruğu yaptığı kumral saçlarını sektire sektire geliyordu, şaşkınlık ve sevinç aynı anda bir insanın yüz hatlarında bu kadar mı güzel durur; zamanın hoyratlığını çiğnedi her adımında, kollarımı açıverip zafer naralarımı sıraladım hoş bir sedayla. Kavuştuk. Kırk günü aşkın sakalımı okşadı şefkatle. 'Seni seviyorum, seni seviyorum...', hangimizin söylediğinin ne önemi var, seviyorduk işte! Pembeden aşk yalanı anlatacak değilim, yüz yirmi üçte yarım bıraktığımız benzer anları, farklı duyguları keşfedercesine, Mine'nin yazlıktan bozma evinde mutlu mesut sürdürdük. Ve bir haftasonu, Kumburgaz sahilinde elimize tutuşturduğumuz simitleri, susamlarını döke döke kemirirken geleceğe dair kararımızı verdik; önce iznimi bozdurup tayinimi isteyecektim, ee hazıra dağ mı dayanır, ardından da akrabalarımızı çağırıp yaz sonunda kıyacaktık nikahı; yok böyle bir heyecan gençler, hatta biz gibi, artıklarımızı gagalayan serçeler de pek mesuttu. Ah ah! Tabii şartlar bu şekilde gelişmedi, izni kolaylıkla hallettim halletmesine, ama tayin işi biraz bekledi, bekleyince de planları ertelemek zorunda kaldığımız yetmezmiş gibi Ankara oldu günlerim, neyse ki yaz tatilinde olan sevgilim, okullar açılana kadar süt beyaz tenini bozkır kuraklığında esirgemedi gönlünün prensinden. Ben de az değilim. Ve gençler, eylül başında Mine'yi yolculadığım o zamanki otobüs terminali AŞOT'ta, bir aralık günü, babamın gençliğinde almış olduğu tahta valizimi bagaja yerleştirip on bir numaralı koltuğumda konumlandım Ankara'ya dair yaşamımı sonlandırdığımı sanarak. Akşamına Topkapı, son araçla da Silivri. Yeni iş yerim epey uzaktaydı, ama olsun, gülü seven kul, katlanmasını elbet bilir dikenine; yarım kalan sevişme sonrası uykulu gözlerle çıktığım evden, doğruca Topkapı'ya, oradan da Sirkeci'ye gidiyordum haftanın beş günü, mesai sonrasında da dönüş çilesi. Oof oof! En son söyleceğimi şimdi söyleyip nikah sürecimizle kapayayım hasbihali. Maksat, hikayemizin sonu güzel bitsin gençler. İki yıl boyunca, her mevsim iliklerime kadar yaşadığım kahrolası uzaklığı, Alibeyköy'de bir gecekonduyu kiralayarak noktaladım. Taşındığımızı sanmayın, ayrıldık Mine'yle, tek celsede. Bir yılda, Haliç'in başta pis gelen, gün geçtikçe de burnumda duyarsızlaşan kokusunu çeke çeke gittim iş yerine, az anmadım bisiklet üzerindeki berduşluğumu ve Gül'ün söylediklerini eskiye nazaran çok daha kısa olan seferlerimde. Kısaca gençler, ikinci İstanbul maceramı da yarıda bırakıp garip ne yapsın diyerek, doksan dört yılının başında döndüm Ankara' ya. O gün bugündür kesintisiz yaşıyorum bir şekilde bu şehirde. Emekli oldum, sonrası malum. Öyle işte. Bunayınca insan amma da orospu dilli oluyormuş, sayenizde bu gece deneyimlemiş oldum. Neyse. Gelelim fasulyenin faydalarına. Ankesörlü telefonların yuttuğu jetonlar karşılığında, türlü insan yağının bulaştığı ahizelerde kulak mesafemizden ödün vermeyerek sevincimizi paylaştık; eş, dost, arkadaş... Ezberimizde ve rehberimizde ne kadar numara varsa aradık üşenmeden. Anacığım sevindi, babacığım çemkirdi, kardeşlerim nihayete erişime şaştı. Ne günlerdi. Bahsi en başta geçen evi de o hengamede tuttuk, ee evleniyoruz, yazlıktan bozma yapı neyimize yetecek; beyaz eşyasıdır, mobilyasıdır tıkıştırdık bir güzel, haliyle kol gibi senetlerimiz oldu birçok esnafın borç bilançosunda. Kimin umurunda? Ödeyerek bitirecektik elbet. Bitirdik de. Amaaan. Misafirlerimiz geldi birer, ikişer, üçer; Halim, Asuman, cazgır Gül, annem, huysuz babacığım, bahtiyar anacığım, Artvin'deki küçük kardeşim ve kel kocası, Samsun'daki büyük kardeşim ve paragöz kocası, bıcır bıcır yeğenlerim, müstakbel kayınvalidem ve kayınbabam, çelimsiz kayınçom, yeni doktor olmuş pek forslu baldızım... Kimler kimler... Ve gençler, yirmi sekiz Aralık bin dokuz yüz doksanın saat on altı kırk beşinde attık imzayı. Şahidim oldu Halim, şahidi oldu Gül. Tıpkı, sevgilimi ilk gördüğüm an gibiydi küçücük nikah salonu; alkışlar, tebrikler, temenniler... Bir tek patlayan şampanyamız eksikti, bu kusurumuzu da akşamında giderdik hep birlikte sıcacık bir sahil lokantasında. Bu kadar.".
Bıçkın kara sinek, güçsüz gördüğü konuşabilen yaratıkların ezik büzük duruşlarını umursamayarak, üzerinde tek dilim kalmış kavun tabağının gramofana yakın köşesinde birikmiş suya hortumunu batırıp yakışıksız vücuduna enjekte etmeye koyuldu a ve c vitaminlerini, tabii fakirleşmiş potasyum, sodyum, kalsiyum kalıntılarını. Gücüne kavuşup varlığını hatırlatmak istercesine vızıldıyor, alışık olduğu ölümcül darbeleri üzerine çekmek istiyor, görünmez bir ipi taşıyormuş gibi salonun muhtelif yerlerine girip çıkıyor, yaptıklarının ilgi görmeyişine şapıp kalıyor, pek sevdiği gözlük çerçevesine yakınlaştığında kendisini fark eden hayat belirtisinin şapşallığına seviniyor, tek sahibi olduğuna inandığı masanın nimetlerinden faydalanmayı ihmal etmiyordu. Kara sineğin de sabrı vardı, Hasan'ın semalarında gezindi bir süre, ayaklanan Bahtiyar'ı takip ederek mutfakta sonlandırdı uçuşunu; cazibe yoksunu dolaplarda teselli ararcasına baharatlıkların arasında gezinmeye başladı, alerjisi varmış gibi kara biberden uzak durup tuz dolu kabın nemden kapanmış küçük deliklerine yasladı uslanmaz ağzını. İşini gördüğüne kanaat getirip ayaklarını biledi, işittiği seslere dikkat kesilirken kuduruk merakına yenik düşüp olay yerine teşrif edip meyhane çöplerinden bildiği bira şişelerinin, buzdolabından yerdeki tepsiye dizilişini seyretti. Konuşabilseydi, siz de ne biçim insanlarsınız be, içerdekiler zaten bir alem, hele o yaşlı herif yok mu, içimi şişirdi resmen, sen de beni bu yoksunluğa sürükledin, daha da beter ol, diyecekti, demedi; ama duvar üstlerinde, perde saçaklarında, bayat ekmeklerde, kulak kepçelerinde, kel kafalarda, porselenlerde, kilim uçlarında, kitap aralarında, gazete sayfalarında, haz duyduğu badi parmaklarda, iki ucu boklu değneklerde...bilcümle ayaklarının bastığı ve kanatlarının götürdüğü, yekpare dünyanın kör olasıca insanı tarafından kamusal yahut özel alan belirlenen yaşam kaynağının her karışında, hor görülüyor oluşunun yarattığı kini hatırlayıp tüm hırsını gürültüsünde kuşanarak soğuk dolabın içine fırladı ve oyuncak etti zoraki hareket eden Bahtiyar'ı. Zavallı saki o kadar aciz durumdaydı ki, püskürtücü silah bellediği uzuvlarında hissediyordu sineğin burun kılına benzer ayaklarını; kaybediyor oluşuna kafa yormayıp geçiştirmeye çalıştıysa da mine bulandırıcı olarak gördüğü fazlalığı, fırsat sandığı iki kısa anın ilkinde, hizasında beliren vızıltıyı üfürüğüyle dolabın en dondurucu yerine yapıştırmak istedi, beceremedi ve diğerinde, alkollü zihninin eklediği dört dublörle birlikte beşi bir yerde kesilen düşmanına şiddetli bir kafa sallayıp burnunu daldırdı bitmeye yüz tutmuş kahvaltılıklara. Mağlubiyetin hazin varlığı üzerinde zafer turu atıp acırcasına arkasında bıraktı mutfağı kara sinek. Koridorun iki ışık arasında kalan karanlığından mermi gibi süzüldü. Salonun açık camının toz tutmuş çerçevesinde saf tutup dalgın iki insanı süzmeye başladı marifet bellediği gerinişini ihmal etmeyerek. Yaşlı adam, gözlüğünü kolye gibi döşüne sarkıtmış, sulanmış gözlerinin taşan detaylarını mendil uçlarına hapsetmiş, sarhoş dilinden alaturka bir vokal yaratmıştı; genç adam ise, düşünceli duruşunu bozmamış, saçının favorileri yer çekimini yok sayarcasına uçlarını tavana dikmiş, tuttuğu çatalı tarla sürer gibi yürütüyordu sessiz ve derinden. Saki, yaşadığı hezimeti unutup gecenin son servisini yapmak için tekrar masaya kurulduğunda, tepsiye dizdiği beş şişeyi bölüştürdü hayat yoksunu suratlara; Hasan, dakikalardır bekliyormuşçasına payına düşen tek şişeyi tıslatıp hızlı yudumlar eşliğinde geceyi bitirmek istedi, hiç oralı olmadı Sıtkı. Durdukça tükendiğini hisseden sinek, konuşabilseydi eğer, bu defa da, ne haliniz varsa görün, içi geçmiş budalalar, diyecekti; fakat maymun ettiği üç insanı titreten vızıltısını son kez yakından uçurduğunda, her birinin karşı koyuşunda beliren çaresizlik hali, söylemek istediklerinden çok daha fazla keyiflendirdi uçan yaratığı. Bahşedilen kısacık ömründe, epey yaş aldığına kanaat getirip şehrin karanlığına karıştı kara sinek ve ardından, yokluğunu anmaya gerek dahi duymadı gecenin üç dert ortağı.
Cilanan hüzünler, olduğu kadar ayık kıldı her bir bedeni. Yamalı sözler, zoraki içilen biraların arpa öğütmüş değirmeninden yoksun kıldığı hikayelerini, küfür ambarlarında biriktirip zıkkımlanmış cümbüşün son belirtilerine serpiştirdi inceden. Domino taşı gibi yıkılma vakti geldiğinde, masanın zarafetini yitirmiş bekleşenleri, kuvvetten düşmüş çabuklukta mutfak lavabosunun teknesinde dizilip temelsiz kentlerin minyatürü olarak canlandı ve içilmiş bolca tütün yanında az biraz beyaz filtreli sigara külü, bir yağmur gibi çukur kentin üzerine yağdı.
Çarptı kapılar, incindi menteşeler... Bir yatak da salona serildi, belki yüz yirmi üçteki kadar konforlu değildi, ama kesintisiz bir uyku tattıracağı şüphesizdi. Sustu gramafon, yaşlı adamı bırakıp odalarına dağıldı diğerleri. Yalnız kalışının ilk saniyelerinde ustasını, bisikletini düşündü, Mine'yi hayal etti Hasan. Ne olmuştu da ayrılmışlardı, yaşıyor mudur Mine, yaşıyorsa eğer nerededir şimdi? Kumral saçlıydı demek, pileli mini etek... Sofya, Gül'ün mitolojik dövmesi ve daha neler neler tik olup kurcalıyordu arşınlanmamış yolculuğun zurna olmuş kahramanını. Saatine baktı, yeni gün çoktan devralmıştı zamanı öncekinden. "Vay be! Beş Ağustos geldi, Beş Ağustos İki Bin On Sekiz." Uyumaya çalıştı, gözünü kapattığı gibi başı döndü. Bir çare aradı ve güçlükle sarabildiği tütününü dudak arası yapıp ateşledi. Sessizliği dinledi uzunca bir süre, dayanamadı; karanlığa beyaz duman saçan titrek ağzıyla, "Düşlerim oyuncağım, elimden alsalar ağlayacağım", diyebildi.
Yorumlar
Yorum Gönder