MİÇO

Önüne koyulan yemek artıklarına dokunmadan öylece duruyordu Miço. Nefes alıp vermekte o kadar zorlanıyordu ki, uğultulu havlayışı kesik kesik çıkıyordu boğazından. Köy kahvehanesinde bulunan ahali hüzünlü gözlerle bakıyordu köpeğe. İhtiyar Sabit Efendi, bardağındaki çayı ufak yudumlarla içerken, bir yandan da herkesin duyabileceği bir tonda kendi kendine konuşuyordu. "Şu zavallının haline bak. Dakikalardır burada, ağzına ufak bir parça dahi koymadı. Sen büyüksün yarabbi. İnsan olsa bir gün aç kalır, bilemedin iki gün. Şu köpecik kaç gün oldu hala yas tutuyor". İhtiyar adamın hüznü etrafındakilere yayılmışçasına hissediliyordu. Yüzlerde beliren, çaresizliğin ifadesiydi. Masalara yayılan oyunlar Miço'nun her haykırışında donuklaşırken, ellerde beliren kağıtlar isteksizce soluk örtülerin üzerine yayılıyordu. Kahvehanenin sahibi Dursun, yeni demlediği çayları masalara servis ettikten sonra ihtiyarın yanıbaşına bir sandalye yanaştırarak oturdu. Cebinde tuttuğu sigarasını çıkarmaya uğraşırken bir yandan da gözleriyle köpeği süzüyordu. Ezilmiş paketinden iki dal sigara çıkarıp birini dudağına iliştirdi, diğerini de ihtiyara uzattı. Sabit Efendi, ikram edilen sigarayı masanın üzerinden aldığı kibritle yakmaya çalışırken, bir yandan da sigarasını iştahla soluyan yanındaki kısa boylu, şişman keli süzüyordu. İhtiyarın bakışını farkeden kahveci sessizliği bölmek istercesine, " Sabit Amca, şu hayvancağıza nasıl üzülüyorum bir bilsen", diyebildi. Sararmış parmaklarının arasında beklettiği sigarasını küllüğe gelişigüzel yerleştirdikten sonra kaldığı yerden devam etti: " Bizim oğlan geçen gün arkadaşlarıyla top oynarken görmüş köpeği. Oyunu oracıkta bırakıp önce köpeği izlemiş, epey uzaklaştıktan sonra çocuk aklı ya, takip etmiş. Garibim uluya uluya gidiyormuş. Mezarlığa yaklaşınca insan gibi ağlamaya başlamış. O şekilde, mezarlığın çeşmesinde boğulurcasına su içmiş uzun uzun. Bizim oğlanın yalancısıyım. Bir süre ölülerin arasında dolanıp durmuş. Veysi'nin mezarı başına gelince de epey beklemiş, sonra da dayanamamış olacak ki oracığa bırakıvermiş kendini". İhtiyar, ne diyeceğini bilemediğinden belli belirsiz kafasını sallayabildi. Sessizce sigaralar içildi, havaya bırakılan dumanlar tekrar solundu. Dursun, işinin verdiği çabuklukla biten sigarasının süngerini küllükte söndürerek masalarda biriken boş bardakları götürmek için ayaklandı. Köpeğin uğultusu kesik kesit devam etti. Sustu. Masalarda oynanan oyunlar, söylencelere dönüştü, evlilik çağı gelen gençlerin dedikodusu yapıldı, ölülere tekrar rahmet dilendi.. 


Miço, zayıf bedenini taşımakta zorluk çekiyordu. Sessizce kahvehanenin karşısındaki kavağın sıska gölgesine doğru yürüdü. Ayakta duracak gücü kalmamıştı. Olduğu yere yığılarak belli belirsiz havlamaya çalıştı, ama kulaklarda işitilen yaralı bir köpek inlemesinden başka bir şey değildi. Sabit Efendi, bastonunun yardımıyla oturduğu yerden güçlükle doğruldu. Köpeğin yanına ulaştığında yaşadığı kronik ağrıların etkisiyle söylene söylene çömeldi. Sağ eliyle gövdesinden tuttuğu baston, bayrak direği gibi duruyordu. Yorgun hayvanla göz göze geldiğinde, hissettiği acıma daha da arttı. Ne yapacağını bilemedi. Boşta kalan eliyle hayvancağızın başını okşadı bir süre. Sabit Efendi'nin yaşlı dizlerinde tükenen kuvvet, istemsiz bir şekilde titremesine neden oluyordu. Son gücüyle toprağa sapladığı bastonuna tüm bedenini teslim ederek doğrulmaya çalıştı. Her ufak kıpırdayışında dizlerinde hissettiği çatırtılar saniyelik bir zaman yolculuğuna çıkardı ihtiyarı. Zamanın kendisinde yarattığı tahribat, köpeğe duyduğu acımanın önüne geçmişti. Ağacın yanı başındaki irice bir taşın üzerine zorlukla oturabildi. Nefes alışı normale döner dönmez, kahveciye seslenerek su istedi. Dursun birkaç dakika sonra ihtiyarın yanına gelerek elindeki bardağı uzattı. " Evladım, ben istemiyorum. Şu zavallı zorlasak belki bir su içer. Baygın baygın yatıyor, iyi gelir. " İhtiyarın hafif titrek söylemlerini onaylayan hareketle, köpeğin yanına sokulan Dursun, ilk denemesinde umut ettiği sonucu alamamanın üzüntüsüyle, belli belirsiz, " Sabit Amca, ağzı bile kıpırdamıyor, ölüp gidecek böyle yapmaya devam ederse", diyebildi. Yaşlı adam, işittiklerine itiraz edercesine, " elbet içecek, kendini iyi hissetseydi harığa giderdi, bir damla mucize biraz olsun kendine getirir garibimi, yüzünü suyla birazcık ovalayasın", diyerek tekrar ayaklandı. Kahveci söylenenleri başıyla onayladı ve bardaktan avucunun çukuruna doldurabildiği kadar su alarak söyleneni bir öğrenci edasıyla uygulamaya başladı. Miço, yüzünde hissettiği ıslaklığın etkisiyle kafasını hafifçe kaldırarak, karşısındaki insanların çaresiz ifadelerini hüzünlü gözlerle, umursamaz şekilde seyretmeye başladı. Çok kez görmüştü her ikisini de fakat ilk kez bu kadar yakınlaşmışlardı. Günlerdir okşanmamıştı başı, başka zaman olsaydı Veysi'nin öğrettiği en muzip hareketleri sergileyerek sevgisini gösterirdi karşısındakine. Yürek burkan uğultusunu, yalnız kalmak istiyorum, dercesine cılız bir sesle bir kez daha haykırdı güçlükle ve toprağa boylu boyunca serdiği gövdesini kıpırdatmadan eğdi başını. Ne yapacaklarını bilemeyen iki köylü, birkaç dakika daha bekledikten sonra, çaresiz duygular eşliğinde karşılıklı söylenerek kahvehanenin yolunu tuttular. 


Garibanın biriydi Veysi, yaşı kırk bile değildi, öleli henüz beş gün olmuştu. Yoksul evinin, ufak bahçesine kurulan çadır, üç gün üç gece taziye için gelenleri ağırladı. Kalabalığı oluşturanların her biri, içlerinde dolanan köpeğin taşıdığı acının ağırlığını farketmeyek boş buldukları sandalyelere kuruldu. Eller açıldı, dualar okundu, gelen kavurmalar iştahla yenildi, biten çay bardakları dumanı üzerinde tüten yenileriyle değiştirildi... Miço, yıllardır yaşadığı bahçede bu kadar çok insanı bir arada hiç görmemişti. Bildiği ağaç diplerinde, bilmediği yüzlerin oluşturduğu sohbet çemberleri sürekli değişti, boğazında oluşan düğümlenmeyi her geçen saniye daha da fazla hissetti. Farkında olmadan yanaştığı insanların birkaçının şiddetli tekmelerine bile maruz kaldı. Aldığı darbelere karşı bedeninde hissettiği ağrı, yaşadığı duygunun yanında aldırış etmediği ufacık bir sızı olmuştu. Ölünün akrabaları da kalabalık içerisinde bir fazlalık olarak görmeye başlamıştı köpeği, bir iki gün öncesine kadar başını okşayan eller, yerden gelişigüzel toplanan taşları güçsüz bedenine savurmuştu. İnsanın bu yüzüyle ilk defa karşılaşmıştı Miço. Köyün tenha taşlık sokaklarına hüzünlü bedenini taşıyan ayaklarının belli belirsiz izlerini bırakarak dolanıp durdu her kovuluşunda, bu ızdıraplı yolculukları her seferinde köyün mezarlığında sonlandı. Veysi'nin yanına gidene kadar, diğer ölülerin arasında saatlerce uludu, ağladı, kesik kesik soludu ve gecenin kimsesizliğinde yankılanan çığlıkları, tek dostunun üzerine yığılan toprak parçalarının üzerine boylu boyunca uzandığında, yerini kimsesiz bir canlının tedirgin kalp atışlarına bıraktı. Güneşin köye yüzünü gösterdiği ilk vakitler de ise, bildiği toprak kokusunun yabancılığını soluyarak uyanıp mezarlığın çeşmesinden nasiplendiği suyu kana kana içerek, kuş sesleri eşliğinde köyün yolunu tuttu, istenmediği bahçeyi gözledi, yaklaştı, tekmelerden ve atılan taşlardan nasibini aldı.. Üçüncü günün sonunda toplanan taziye çadırının her aşamasını güvercin ürkekliğinde seyretti Miço. Kimsenin kalmadığından emin olduktan sonra, ürkek adımlarla yaklaştı tüm yaşamına şahitlik etmiş bahçenin kapı aralığına. Yaslı taş yığınlarıyla örülü çeperin ardı, giden insanlardan kalan çöp yığınlarıyla kaplıydı. Yüreğinin sızısını bastırmaya çalışarak, geçmişin izlerini ararcasına dolandı durdu. Yıllarca dibinde uyuduğu geniş gövdeli ceviz ağacının çevresi içilmiş sigaralardan arta kalan izmaritlerle doluydu. Gecenin sessizliğinde, kendini ait hissetmediği koca bir karartıydı bulunduğu yer. Güçlükle tırmandığı çeperin üzerinden son kez baktı dostunun tek gözlü evine, solgun sarı ışık pencereden süzülüyordu.


* * *


Kahvehanenin müdavimleri saatin ilerleyişiyle birlikte yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. Dursun, demliğin dibinde kalan çayı ince belli bardaklara doldurduktan sonra emektar ocağını kapatıp günün geri kalan zamanını evlerinde devam ettirecek olan az sayıdaki hemşerisinin kurulduğu masaya hızlıca servisini yaptı. Sabit Efendi'nin etrafını saran orta yaşlı köylüler, ihtiyarı saygıyla dinliyordu. Gençliğinden kalmış anı kırıntılarını hatırladığı kadarıyla aktarırken, bir yandan da saatlerdir aynı yerde hareketsiz bir şekilde duran köpeği göz ucuyla kontrol ediyordu. Kahveci ise, eline aldığı süpürgeyle gün içinde birikmiş olan çöpü, tozu bir araya getirip epey eski olduğu belli olan faraşın yüzeyinde toplayarak siyah iri bir poşetin derinliğine boşaltıyordu. Dursun'un gün sonu temizliğinin bitmek üzere olduğunu fark eden köylüler, Sabit Efendi'den de izin isteyerek teker teker evlerinin yolunu tuttular. Bir başına kalan yaşlı adam, ağır ağır oturduğu sandalyeden kalkarak içeriye doğru yönelip saatlerdir acıyarak baktığı köpek için, bir tas içinde su istedi Dursun'dan. Kahveci, yapmakta olduğu işe ara vererek, çay ocağında köpeğin rahatça su içebileceği bir kap aradı, bulamadı. Kahvehanenin içinde birkaç saniye daha dolandıktan sonra, kilere yığdığı beş litrelik boş bidonlardan birini, önce gelişigüzel alıp tezgaha doğru bir iki adım attı, sonra da üzerini yağ lekelerinin kaplamış olduğu tost makinesinin yanında duran ekmek bıçağının yardımıyla ortadan ikiye ayırdı. İhtiyar, gün boyu yerinde durmadan koşturan kısa boylu, göbekli adamın tükenmeyen enerjisini hayretle izliyordu. Aklından kıskanmış olabileceğini bile geçirdi, fakat bu düşüncelerini hızlıca yok etti tüm yaşamının hatıralarını sakladığı hafızasında. Dursun'un, "hallettim Sabit Amca, sen bekle burada, yorulmayasın, ben hemen köpeğin yanıbaşına suyu bırakıp geleceğim, umarım bu sefer içer garibim", sözlerini, başıyla sessizce onayladı ihtiyar. Kahveci, dediklerini hızlıca uygulamaya koyuldu. Kavak ağacına yaklaştıkça kulaklarında beliren hırıltı daha da şiddetleniyordu. Köpeğin her nefes alış verişinde inip kalkan bedenine acıyan gözlerle baktıktan sonra, ağzına kadar su dolu yarım bidonu dökülmeyeceği bir yere bırakarak geri döndü. Yarım bıraktığı işine kaldığı yerden devam ederken, bir yandan da tezgaha en yakın sandalyeye emaneten oturan ihtiyarla laflıyordu, "... bu hayvan çok yaşamaz Sabit Amca, zaten bir şey yemiyor, sabahı bile göremez". Karşısındaki, son sözlere itiraz edercesine, "ümit kesilmez evladım", diyebildi. Kısa süreli sessizlik, kahvecinin işini bitirmesiyle sonlandı. İki adam, kapı eşiğinde sigara içimlik sürede, günlük yaşamlarından, dertlerinden, sevinçlerinden, gurbete göçenlerin ardından, belli olmayan geleceklerinden yığılı sözcükleri akşamın köyü kaplayan karartısına savuşturdu. Işık söndü, kapı kilitlendi. İki adam, sohbetlerine kaldığı yerden devam ederek ağır adımlarla evlerinin yolunu tutarken, havanın serin yüzü iyiden iyiye hissediliyordu.


Miço, saatlerdir bir ölü gibi yattığı yerden ağır hareketlerle kalkarak, açmakta zorlandığı gözleriyle bir süre etrafını süzdü. Su dolu bidonu görmezden gelerek, ön ayaklarının yardımıyla uyuşan bedenini germeye çalıştı, kemiklerinde hissettiği sızı katlanamayacağı bir hal alınca tekrar doğruldu. Karanlığın ortasında bir başınaydı. Güçsüz bedenine vuran rüzgarın şiddetine aldırış etmeden köyün iç kısımlarına doğru yürümeye başladı. Işıkları sönmüş köy evleri bir siluet gibi duruyordu önünde. Evleri saran bahçelerin hududunu oluşturan taş duvarların arasında kalan daracık yollarda amaçsızca dolandı, yoruldu, gecenin sessizliğine hapsolan hıçkırıklarını kesik kesik soludu, üşüdü... Bitkin bedenini taşıyan güçsüz ayakları mezarlığa doğru yöneldi.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SİYASALLI CİNŞİR -arka bahçe-

BİSİKLET, TERLİK ve YOL HİKÂYELERİ

BİR ÇOCUKLUK HASTALIĞI: FUTBOL