EH BE ANKARA!

Çocukluğundan çok daha eski zamanlara ait çalar saati, önceki günler gibi yine sabahın altısında, uykunun belki de en tatlı yerinde, rüyaların bilinmezliğe evrildiği o son birkaç saniyede kendine has gürültüsüyle çalmaya başladı. Başucunda bulunan masanın üzerine yer edinen saati tek kol hareketiyle susturarak güçlükle doğruldu. İşe gitmek için yavaş hareketlerle hazırlanmaya başladı. Attığı her adımda ahşap parkelerin bilindik çatırtıları işitiliyordu. Aynada beliren yüzü, gecenin tazeliğini hala yaşıyordu, yüzüne çarptığı suyun gözlerinde oluşturduğu sızıya aldırış etmeden, aylardır kullandığı diş fırçasına irice macun sürerek geceden damağında yer edinen kahve, çay ve tütün kalıntılarını hızlıca yok etmek istercesine sararmış dişlerini fırçalamaya koyuldu. Lavabonun teknesine bol köpüklü tükürdükten sonra, avucunda oluşturduğu çukura doldurabildiği kadar suyla ağzını çalkalayıp dişlerininin beyazladığına dair bir kanıt ararcasına bu defa dikkatle bakındı karşısında duran plastik çerçeveli, sağ üst köşesinden çatlamış, sayılamayacak kadar çok su lekesini üzerinde barındıran aynaya. 


Saat sabahtı, gün karanlık,etraf sessiz. Bozkır coğrafyalarda yaşayan insanların bildiği bahar soğuğunu iliklerine kadar hissederek elleri cebinde, koşarcasına yokuş aşağı yürüyordu. Sokak köpeklerinin seyrek havlamaları eşliğinde metro durağının bulunduğu Cemal Gürsel Caddesi'ne vardığında, şehrin ölü gürültüsü yavaştan canlanmıştı ve kaldırımlarında sağlı sollu ilerleyen insanların soluklarında beliren buhar karanlığa karışıyordu. Simit dükkanlarının önünde oluşan kuyruklar her zamanki gibiydi. Bekleşirken gerçekleşen sohbetler, kepenk seslerinin otomobil gürültüsüne karıştığı o dakikalar yeni hikayelerin, mücadelelerin başlangıcıydı. Metroda atıştırmak için alınan iki tane gevrek Ankara simidi, kese kağıdının içine gelişigüzel konulmuş, cebinden çıkardığı bozuk paraları her zamanki gibi hızlıca tezgahtaki kadına uzatmıştı. Bu şehire geliş sebebi olan kampüsün yanından duyarsızca geçerken, okuldan iki arkadaşıyla ayaküstü selamlaşıp yapılan üç beş sözden ibaret sohbetlerine yaklaşan sınavların bilinmezliğini de sıkıştırmışlardı. Karşısındakileri kitaplarla yığılı kütüphanenin tozlu masalarına uğurladıktan sonra, ayakları bineceği treni kaçırmamak istercesine birkaç yüz adım ileride bulunan durağa doğru hareketlendi. Gün ağarmaya yüz tutarken bitmek bilmeyen basamakları ikişerli üçerli indi. Son engel olan turnikeden geçerken, metalin geceden biriktirdiği tüm soğuğu da bacaklarında hissetti. 


Bekleyen insanlar, zamanla yarışan adımlarını tren düdüğünün duyulmasıyla telaşlı, sabırsız bir ritimle savurmaya başladılar. Sağlı sollu, ileri geri gerçekleşen hareketlenmeler, kapıların açılmasıyla birlikte daha da artarken, homurdanmalarda kendiliğinden oluşuyordu. Doğaçlama bir sahnenin oyuncularıydılar, her biri kendi hikayesinin başrolünü oynuyordu. Kazananın olmadığı, hatta kaybedişlerin her daimliğinden bunalmış hayatları vardı insanların. Kamburlaşan bedenlerden sarkan bezgin kolların insafına kalmış nasırlı ellerin tuttuğu sefer taslarından yayılan kokuydu aslında kimlikleri. Trenin içerisinde boş bir koltuğa ilişme çabası, adresi malum bilinmezliğe doğru seyir halinin en belirgin dışavurumuydu. Geçmiş günlerin manevi yıpranmışlığı, mesai olarak dillendirilen dakikaların yaşanmışlıklarıyla ağır bir yük oluşturuyordu bedenlerde. Geceden sarkan yorgunluklar, ritimsiz soluklanmaların açtığı girdapla iyileşemez bir yaraydı halbuki. Hayallerin hükmü yok denecek gerçeklikti, bir başka gerçeklik ise birbirine iliştirilmiş vagonlardan oluşan gürültülü bir aracın, durakları ağır ağır katederek kapılarını yeni bilinmezliklere açıp kapamasıydı. Karanlık sabahın sakinleri, karmaşayla örülü şehirde yapayalnız, karşılık görmeyen emekleriyle direnmenin ne demek olduğunun vücut bulmuş haliydi.


Yeni gün yüzünü göstermeye başlamıştı. Güneşin belli belirsiz varlığını arkasına alarak çalıştığı alışveriş merkezine doğru ilerlerken, yol boyu hareket halindeki otomobillerin, kamyonların egzozlarından çıkan dumanlarını soludu, köprü altını mesken bellemiş minibüslerin gideceği yerlerin kılavuzluğunu üstlenen çığırtkanların ağızlarından dökülen başkentin uzak ve yakın semtlerinin isimlerini içinden tekrarladı. Yaklaştıkça irileşen alışveriş merkezinin gösterişli duvarlarına yer edinen reklam panoları ve içerisinde bulunan çokça mağazanın en geniş metrekaresine sahip markaların iri logoları okunaklı bir hal alıyordu. İlerleyen saatlerde nizami şekilde park edilecek araçların dolduracağı boşluk ise minyatür bir ovayı andırıyordu. Asfalttan da ne ova olur ya. Bu mıntıkanın gediklisi kara başlı çelimsiz sokak köpeği ise, önceki günler gibi nasibini çıkarabilme uğraşı içerisindeydi. Belirli aralıklarla konulan çöpleri karıştırırken, başına üşüşen üç beş karganın tacizini görmezden geliyordu. Kargaların bağırışları şehrin gürültüsünü bastırıyordu. 


Çalıştığı mağazaya en yakın olan kapıdan tüketim mabedinin içerisine dahil oldu. Kapıda bekleyen güvenlik görevlileriyle selamlaştıktan sonra, dört yanı mağazalarla çevrili geniş koridorların, katlar arası mekik dokuyan yürüyen merdivenlerin, göz alıcı spot ışıkların, plastik sarmaşıkların, yılbaşından kalma çam ağaçlarının buyurganlığında siyahtan kahveye bürünmüş eskice bir koltuğa oturarak beklemeye koyuldu. Mesaisinin başlamasına dakikalar vardı. Cebinden çıkardığı telefonuyla internette gezindi, günler öncesinin haberlerini son dakika olarak tekrar okudu, sıkıldı, geçmiş aramalarına bakındı, tüm ekranı annesiyle görüştüğü zamanlara ait detaylar kapladı. Babasını düşündü. Şimdi nasıl acaba, sorusunu aklından geçirerek telefonuna gelen mesajların bulunduğu sayfada oyalanmaya başladı. Maaşının yattığı hesabın sahibi olan bankanın kredi kartı önerisinde bulunduğu iletiyi bir kez daha okudu, sildi. Bulunduğu yerin yapay sessizliğinden bunalmıştı. Telefonunu anlamsızca avuçları arasında iki üç tur gezdirdikten sonra cebine koyup tekrar ayaklandı. Bir alt katın koridorlarının fayanslarını parlatan makinenin çıkardığı ince sese kulak kabartarak bulunduğu yerde volta atmaya başladı. Karşısında üç arkadaşı belirdi. Sözleşmişçesine beraberdiler, laflaya laflaya yaklaştılar ve zoraki selamlaşmalarının ardından her biri gözüne kestirdiği koltuklara boylu boyunca yayıldı. Sessizliğin tekrar hüküm sürdüğü dakikalarda farklı gölgeler belirdi. Bilindik yüzlerini anlamsız ifadeler kaplamıştı, mağaza müdürününki hariç. 


Mağaza müdürünün elindeki otomobil anahtarına benzeyen kumanda, yeni nesil modern kepenklerin ağır ağır açılmasını sağladı. Karşı tarafa geçmenin mümkün olabildiği ara açılınca, karanlığa aldırmayan çalışanlar çil yavrusu gibi sorumlu oldukları reyonlara dağıldı. Kepenkler tekrar kapandı. Birbirinden farklı ürünlerin yer aldığı mağaza hayalet bir şehri andırıyordu. Reyonları belirleyen boşluklar terk edilmiş sokaklardan farksızdı. Şartelin kaldırılmasıyla duyulan çıt sesi, tüm tavanı kaplayan florasan lambaların peşi sıra açılmasını sağlamıştı. Uçuşan tozlar suç üstü yakalanırken, dünkü kapanışa dakikalar kala adeta hücuma geçmiş son saniye müşterilerinin elinin değdiği, kabinlerde denediği ne kadar ürün varsa olduğu gibi olmaması gereken yerlerde bırakılmıştı. Sabahçılar, kapanışçılardan ağır bir enkaz almış olmanın rahatsızlığıyla söylene söylene, esneye esneye yavaştan işe koyuldu. Müdürün samimiyetten uzak, güzel kelimelerle süslü cümleleri nehre karışan lağamın sardığı koku gibi mağazanın dört yanında beliriyordu. 


Çoraplardan, pantolonlardan, gömleklerden, ayakkabılardan, şapkalardan, berelerden, eteklerden, kravatlardan, çocuk tulumlarından.. oluşan dağınıklık giderilmiş, görev dağılımı yapılmıştı. Müdürün, İlyas Bey siz de son iş gününüzde gelecek olan on bir palet ürünü yerleştirmek için depoya geçiniz, lütfen mağaza müşterilere açılmadan reyonunuzda hazır bulunun, sözlerinden sonra soluğu depoda almıştı İlyas. İsmine iliştirilen bey kelimesi hala kulaklarında çınlıyordu. Bir türlü alışamadığı sözlerden yığılı kurumsallığın ağır yükünü yaklaşık iki yıldır sırtlamaya çalışıyordu. Yapay ilişkilerden örülü, dedikodunun gerçeklere caka satarcasına pazarlanıp kariyer basamaklarına referans olduğu, insani olabilecek her türlü duygunun, mazeretin, hastalığın ayıp sayıldığı, paranın zamansal bir kudret olarak dayatıldığı robotik yaşamlar vaadeliliyordu çalışanlara. Nasıl bir labirentin içerisindeydi, içerisindeydik. Hayatın, mevsimlerin geçişkenliğinden hızlı değişimine şaşarak, sadece çabalıyordu. 


Tonlarca ürünü kasasına yüklemiş kamyonun belirmesiyle düşünceler sarmalından sıyrılıp, depodaki transpaletlerden birini sürükleyerek hazır konuma getirdi. Koca araç deponun önündeki yük rampasını ortalayarak ağır ağır yanaşırken, şöförün doğru manevra yapabilmesi için racona uygun terimleri ödünç alarak komut vermeyi de ihmal etmedi, biraz da gerekliydi, kör nokta kaçınılmaz olabiliyordu. Gür bir sesle, duuuuur, dedikten sonra, kasanın yavaş yavaş açılan kapısı siren sesini andırarak kesik kesik ötmeye başladı. Rampaya nizami bir iniş gerçekleştiren demir yığınının ardında tahta paletlerin üzerine gelişigüzel kutular üst üste dizilmiş ve devrilmemesi için kalın streçlerle dört tarafı sıkıca sarılmıştı. Transpalet yardımıyla yükleri deponun içerisine düzenli bir şekilde yerleştirmeye başladı. İki, üç, dört derken kısa bir mola verdi. Şöför birkaç adım uzağında kameranın görmediği sote bir yere geçmiş uzun sigarasını iştahla içiyordu. İçilen sigaradan yayılan duman havaya karışırken uzun yol şöförlerine has göbeğini pantolonuna yerleştirme uğraşı da başka bir meşguliyetiydi. Biten sigaranın külüyle ikinci sigarasına can verirken, İlyas'da yarım bıraktığı işi sonlandırmak için koca kasanın ışık girmeyen derinliğine dahil olmuştu. Beş, altı, yedi... derken son yükü de dikkatlice yerleştirdikten sonra depo kapısının önünde sabırsızca bekleyen şoförün elinde tuttuğu teslimat kağıdını alıp göz ucuyla okudu. Gözleri satırlar arasında kaybolurken, karşısındakinin söylenişlerini, oflamalarını duymazdan geliyordu. Teslimatı yaptığına dair imzayı gerekli yere attı, oflanmalar, sızlanmalar, bekleyişler sonlandı.


Mağaza müşterilere hazır hale gelmişti. Çalışanlar tek tip elbiselerini üstlerine geçirerek beklemeye koyulmuştu. Koridorlarda vakitli vakitsiz beliren müdür, bir yanlış ya da eksik ararcasına dolanıyordu. İstediği bir durumla karşılaştığında ağzından çıkan tükürük tanelerine aldırış etmeden emirlerini sıralıyor, küçük dağları yaratmış olabileceğini kendince hissettirmeye çalışıyordu. Tüm bunlar yaşanırken çenesinde çıkan üç tel kılı sıvazlamayı da ihmal etmiyordu. Mağazanın açılış saati geldiğinde çalışanlar biraz olsun rahatlamıştı. Kayıplara karışan müdürün yerini günün ilk tüketici ahalisi devralmıştı. İstekler istekleri doğuruyordu, bedenler, renkler hızlıca aranıyordu. Deneme kabinlerinde beğenilen ürünler, etiket fiyatının ödenmesiyle poşetlere konulup, güzel günlerde kullanma temennisiyle yeni sahipleriyle birlikte uğurlanıyordu. Yoğunluk arttıkça, arzular aksamaya başlıyordu. Cazibeli kampanyaların, afili sloganlarının büyüsüne kapılan insanların tüketim sarhoşluğunu yüksek dozda yaşadıkları, bir başkasını da sürüklediği bu suni hava depolarında geçirilen zamanların haddi de, hesabı da yoktu. Kredi kartlarına yapılan taksitleri, biriken puanları ve hediye çekleri vardı nasıl olsa. Gidenin bıraktığı boşluğu bir yenisi zaten devralacaktı, mağazanın da stoğu vardı. Kısaca her şey karşılıklıydı.


İlyas, son iş gününün mola zamanı geldiğinde dağınık bırakılmış ürünleri düzenlemekle meşguldü. Muhtemelen birkaç dakika sonra vurdumduymaz bir çift el, tüm emeğini yağmalayacaktı, ama o da alışmıştı bu garip döngüye. İşini bitirdikten sonra, müşterilerin radarına girmemek için hızlı adımlarla çıkışa yöneldi. Arkasından söylenen bakar bakar mısınız, afedersiniz sözcüklerini üzerine alınmadan son bir iki metreyi büyük bir zafer kazanmışçasına ardında bıraktı. Üç bin altı yüz saniyelik geri sayım başlamıştı. Tüm ağırlığını yürüyen merdivenin basamaklarına yükleyerek ulaştı yemek bölümüne. Yan yana dizilmiş restoran zincirleri, kocaman harflerle fırsat menüleri sunuyordu. Türlü yağ kokularının kaliteli parfüm kokularına karıştığı labirentin tam ortasındaydı. Sırada bekleyenlerin sabırsızlığı, masalara üşüşenlerin iştahla çiğnediği, yudumladığı yiyecek ve içeceklerden aldığı hazla yarışıyordu. Birbirlerinden bihaber yüzlerce insan doğaçlama gerçekleşen bir ayinin parçası gibiydi. Yemekler afiyetle yenildikten sonra sahipsiz tepsilerin üzerine yer edinen kirli peçeteler, yarım kalmış soslar, içi buz parçacıklarıyla dolu karton bardaklar temizlik görevlilerinin avuçlarında son yolculuklarına uğurlanırken, boşalan masalar kir kaplamış bezlerle ileri geri silinerek yeni sakinlerini ağırlamak için beklemekteydi. Bu boş masalardan birine ilişen İlyas, adını telaffuz etmekte güçlük çektiği yemek şirketinin mercimek çorbası, yeşil fasulye, salata ve sudan oluşan personel menüsünden almıştı. Çorbasına bolca pul biber attıktan sonra iştahla kaşıkladı. Boğazından geçen sıcaklık açlığını daha da kabarttı. Ambalajından çıkarmayı unuttuğu ekmeğini çorbayı yarıladıktan sonra fark edebildi. Kasede kalan son kalıntıları parmaklarına iliştirdiği ekmeğin yardımıyla kaşığına ittirerek gerekli hamleye hazır hale getirdi. Mekan ve zaman umurunda bile değildi. Fasulyeyi ve salatayı birlikte yedi, kapanışı suyla yaptı. Tepsinin kuytuluğunda kocaman yer edinen çatal ve bıçağa dokunmadan kalktı. Kendine çay ısmarlamak için hareketlendi. 


Elinde tuttuğu demleme çayla birlikte terasta gelişigüzel oturabileceği, tütününü sarabileceği yer aradı, bulamadı. Tüm sandalyeler kendinden önce gelen tiryakiler tarafından doldurulmuştu. Şakalaşmaların, bayat esprilerin, şen kahkahaların, alaycı gülümsemelerin arasından sıyrılarak en uçta, üzeri yarım metre uzunluğundaki camlardan bezeli duvar dibine geçti. Elindeki çayı, duvarla cam arasınında hudut işlevi gören, üzeri karton bardaklardan taşmış çay ve kahve lekelerinden oluşmuş çemberlerle kaplı mermere koyarak, cebinden çıkardığı tütün tabakasının içinden içebileceği kadar tütünü kağıdın içine boca etti. Sardı. Dilinin ıslaklığıyla son şekli verip kibriti ateşledi. Çayını yudumladı. 


Sabahın soğuğu kırılmıştı. Güneş, pürüzsüz maviliğin içinde en tepeye yerleşmiş mayıs ayının bilindik atmosferini resmetmekle meşguldü. Uzaklarda beliren fabrikaların yer ettiği mıntıka, tüm bu olanlara savaş açmışçasına bacalarından saldığı karartıyı taarruz silahı olarak kullanıyordu. Alışveriş merkezini çevreleyen yüksek binaların, siyah kaplı iskeletlerine hapsolmuş insanlar tüm bu olan bitenden habersiz, katlar arası mekik dokuyan asansörlerin içerisinde, eskiyen sözcüklerden yığılı dosyaları yetiştirme gayretiyle ömürlerinden azar azar tüketmekle meşguldü.


Sonuna geldiği tütününü, dakikalar önce bitirdiği çayı muhafaza eden bardağın içinde söndürdükten sonra annesini aramayı düşündü. Koluna iliştirdiği saate baktı, geri sayım devam ediyordu, aradı. Üç kez çaldırdı, dördüncüsü çalarken açıverdi annesi. Giriş cümlelerinin sıradanlığıyla karşılıklı edilen sözler yirmi saniye kadar sürdü. Laflar lafları kovaladı, yanıtlandı. Arada beliren sessizlikler usul usul dinlendi. Babasının durumunu sordu. Aynıydı. Bir gelişme yoktu. Doktorlar ellerinden gelen titizliği gösteriyordu. Annesinin kilometrelerce uzaktaki bedeninden çıkan ses yorgundu, telaşlıydı. Tekrar ararım, diyebildi İlyas. Karşılıklı iyi dilekler, mesafeleri yararcasınına kulaklarda yer edindi. Parmaklar görüşmeyi sonlandırmak için usul usul hareketlendi. İçi kül dolu çöpüne boş gözlerle bakındı bir süre. Toparlandı. Çöp kutusunun derinliğine savurdu kalan o son kalıntısını. Tiryakileri birbirleriyle baş başa bırakıp kendisine ayrılan sürenin sonlanması için kafasında yeniden oluşturduğu geri sayımın tiktakları eşliğinde mağazanın yolunu tuttu.


Bilindik düzenlemeler, koşuşturmacalar, memnun etme çabaları, kibarlıktan ödün vermeyen söylemler, gelecek günler için dillerde hazır dilekler... Yarı zamanlı başladığı macera, tam zamanlı olarak sonlanmak üzereydi. Önce saatleri saydı, sonra da dakikaları. İlkokulda saymayı öğrendiği günlerden daha çok saydı, iştahla saydı. Rakamların maddiyattan başka işlevinin olmasına sevindi, diretilen zamana hapsolmasına üzüldü. Sayılan ne varsa tükendi. Üzerinde eskiyen, sırtında uyduruk desenleri olan, omuzlarında apoletvari logosuyla kurumsallık imajı veren elbisesini bir daha kullanmayacağı dolabın içerisine büyük bir keyifle tıktı, anahtarı da dolabın üzerinde bıraktı. Hafiflemişti İlyas. Müşteri kılığında ayaküstü vedalaştıkları da oldu, görmezden geldikleri de. Bir daha beklenmek üzere uğurlanan müşterilerin arasına karıştı. Ardına bile bakmadı. 


*   *   *


Güvenpark'ın işlek banklarından birinde oturarak önünden gelip geçen insanların bilinmezliğe gidercesine kayboluşlarına bakakalıyordu İlyas. Yüzlerinde, umuttan umutsuzluğa seyreden çizgileri vardı her birinin. Bir çoğunu kendisine benzetti, kimisine acıdı. Seyyar satıcıların bağırışları, telaşlı öğrenciler, utangaç sevgililer, emekli teyzeler ve amcalar, sivil polisler, durağan köpekler, çete kurmuş kediler, tozlu ağaç yapraklarında belirli belirsiz kuşlar, sadaka isteyen dilenciler parkın çeşitli yerlerine dağılmıştı, her biri farklı zamanlardan, coğrafyalardan geliyordu. İç içe geçmiş, rengarenk halkalardan farksızdılar. Öncesinden sardığı tütünü dudaklarının bilindik kısmına sıkıştırarak akşamın karartısını olduğu yerde karşılamak istercesine kibritini ateşledi. Çocukların uzaklardan yankılanan kahkahası, kadim bir kente ait ezginin nakaratındaki yaşanmışlığı ve umudu canlandırdı. Annesini düşündü, babasını düşledi. Kardeşinin ilk diş çıkarırken yaşadığı huysuzluğu anımsadı. Yüzüne vuran tebessümün toyluğuna aldırış etmeden anılar nehrinde akıntıyı arkasına alarak kulaç atmayı sürdürdü. Sararmış parmakları arasındaki tütünü sönmeye yüz tutmuştu. 


"Çay ister misin abim, sıcak sıcak iyi gelir." Üzerinde benek benek kir izleri olan turuncu şapkasını kafasına ters bir şekilde takmış, muhtemelen tuttuğu takımın taklidi olan çubuklu formayı da üzerine geçirmiş, on beş, bilemedin on altı yaşlarında, yüzündeki sırıtışından geleceğin esnafı yorumlarının kolaylıkla yapılabileceği, akranlarına göre orta boylu, biraz da çelimsiz bir çocuktu karşısındaki. Kararmış elleriyle tuttuğu termosları şimdilik tek sermayesi gibi duruyordu. Ver bakalım bir tane demli çay, dedi İlyas. "Heyt, abime kan kırmızı çayın hasını vereyim hemen." Tuttuğu termosları, İlyas'ın oturduğu bankın boş kısmına kıvrak hareketlerle koydu. Birinde çay, diğerinde kaynar su vardı. "Abim, şeker istiyon mu?" "İki tane ver bakalım." Sırtında taşıdığı çantadan söylenen kadar şekeri ve karıştıracı uzattı. "Eyvallah." İlyas cebindeki bozuklukları verirken, biraz meraktan, az biraz da laf olsun diye işlerin durumunu sordu. "Şükürler olsun abim günlük harçlığım çıkıyor, öğlen iki gibi geliyorum. Termos ne zaman biterse o zaman eve gidiyorum. Bazı günler Kuğulu'da da takılıyorum, oradaki bebelerle aram iyi, ama genelde burdayım. Çayım güzeldir dimi abim?" Çayı pek beğenmemişti İlyas, ama karşısındakini kırmamak adına cevap niyetine kafasını onaylar şekilde sallamıştı." Sağol abim benim, afiyet olsun. Hadi Allaha emanet ol!"  "Teşekkürler genç, sende." Termosları tekrar kavradı. Parkın bir başka yerine tünemiş insanlara satış yapma telaşıyla uzaklaştı. Sıcaaakk çaaayııımm vaaar, abileeerrr ablaalaarr sözleri bir kaç kere yankılandı, anlaşılmaz ses yığınlarına dönüştü. 


Akşamın serinliği hafiften hissedilmeye başlamıştı. İlyas'ın eve gitmek gibi bir niyeti yoktu. Bulunduğu yerden kalkarak kocaman heykellerin yanından geçti, güvercin dışkılarına basa basa bulvarın ışıklarında buldu kendini. Kırmızının yeşile dönüşeceği saniyeler azalırken, birkaç saat öncesinde kurguladığı geri sayımları hatırladı. Yanında birikenler çoğaldı. Beklenen an geldiğinde, tarih kokan filmlerin savaş sahnelerine dahil olmuş insanlar kapladı koca yolu. Ellerde tutulan ve sırtlarda taşınan, kılıç ve kalkana dönüşürken, mitolojik tılsımlar başkentin göbeğinde bekleşen araçların hırıltısını dizginlemişti. Taktikler, manevralar, hesaplar ve kazanımlar. Geçmişten ödünç kahramanlar, çil yavrusu gibi koşuşturan başkentliler oluverdi ve savaş meydanında bırakılan izler, yüzlerce tekerleğe mikrop gibi bulaşarak şehrin birçok yerine yayılmak istercesine uzaklaştı. 


Adımbaşı büfeleriyle, pasajlarıyla, kitapçılarıyla, çeşit çeşit dükkanlarıyla ve tabii ki merdivenleriyle karşılayan Karanfil Sokak, sıralı solgun ışıklarıyla ip gibi uzamaktaydı İlyas'ın önünde. Vitrin önlerine dizilenlerin hayallerini okuya okuya sokağın derinliklerinde buldu kendini. Dönercilerin, kebapçıların, kahvecilerin kamusal alan da neymiş dercesine mekanlarının önüne eklediği 'kaçakyan'lar, bir zamanların şiirlerini yazdıran görüntüden çok uzaktı. Tasarımdan nasibini almamış, daracık koridoru andıran düzlükten geçme gafletinde bulunanların oluşturduğu sıkışıklıktan payına düşene göğüs gererek ilerledi. Karanfil ve paralelindeki tüm mevkidaşlarını bıçak gibi ortadan ikiye ayıran, dersaneleriyle, ofisleriyle, dil kurslarıyla kariyer basamaklarını tırmanma uğraşı içerisinde olan yaşamların belirli zamanlarına tanıklık etmiş Meşrutiyet Caddesi, soluksuz mesaisini sürdürmenin sıradanlığıyla yeni hikayelere gönülsüzce kucak açıyordu. Caddenin kaldırımlarını ödünç alırcasına Konur'un özgün havasına dahil oldu. Bu şehre ilk geldiği zamanlarda iki solukluk mesafede isim değiştiren sokakların, mahallelerin, semtlerin oluşunu tuhaf karşılamıştı. Hatta kendisinin belirlediği ve kendisinden başka kimsenin bilmediği tek kişilik oyun bile kurgulamıştı. Hayli haşır neşir olduğu rakamlardan bezenmiş süreler boyunca, katettiği mesafelerde biriktirdiği lokasyonların sayısını bir sonraki gün arttırmak ise bu oyunun tek kuralıydı. Kafasında şekillendirdiği kroki, kabarık bir hal aldığında aksamalar yaşadı, fakülteye hapsoldu, çalıştı, çabaladı, edinilen çevrelerin gediklisi haline geldi. İlk günlerin heyecanının üzerini zamanla kaplayan duyarsızlık hissi, amansız bir hastalık gibi duygularını ele geçirmişti. Mekik dokuduğu yerler bir noktadan başka bir noktaya uzanır hale gelmişti. Konur Sokak'ta uğrak yerlerinden biriydi. Öyle ki, iş çıkışlarından sonra bindiği minibüsü sokağa en yakın konumda, müsait yerde inecek var, diyerek durdurup bilindik mesafenin izini sürerdi. Otobüs veya metroyu kullandığı zamanlardaysa bu durum, Kızılay durağında veya istasyonunda başlayan ve yine malum yerde sonlanan bir hal alırdı. Birbirine benzeyen apartman dairelerinden bozma mekanlar, katlar arasına sıkışmış sosyal alanlar sunuyordu. Çoğunluğunu öğrencilerin oluşturduğu müdavimler, iki lafın belini kırmak deyiminin karşılığını hakkıyla vererek gündüzden geceye yol alan sarmaşığın kök salan her bir yaprağını oluşturmaktaydı Konur'da. 


Bilindik apartmanlardan birine dahil oldu. Koridoru aydınlatan ışık, kandil lambalarından ödünç alınmış loşluğu yayma gayreti içerisinde karşıladı İlyas'ı. Duvarlara yayılmış harflerin oluşturduğu sloganlar ve söylemler eşliğinde Hakkı'nın çalıştığı mekanın ara kattaki girişinde belirdi. Arkadaşı, siyah ahşapla döşenmiş, birhayli fiyakalı barın ardında bulaşık makinesinden yeni çıktığı belli olan bardaklardan birini parmaklarıyla doladığı kulpundan tutarak, diğer eline geçirdiği emektar bezle olağan su lekelerini silme gayreti içerisindeydi. İlyas'ı fark ettikten sonra yüzünde beliren tebessüm dostane bir kahkahaya dönüştü. "Ooo kimler buradaymış. Hoşgeldin işsiz arkadaşım, nasıldı son iş günün?" Karşısındakinin neşeli tavrı, içinde bulunduğu bohemliği bir nebze olsun azaltmıştı. Aynı dirençle karşılık vermeyi çok istediyse de, ağzından dökülen ilk sözcükler harabeye dönmüş hikayesi tüteken mesken yerlerinden farksız değildi. Ardından, kelimeler irili ufaklı cümlelere dönüştü, sonlandı. "Kardeşim, sen kafana göre bir yere geç. Benim de yarım saatlik bir işim var, biraz laflar eve geçeriz." "Hayırdır, ne ara bu kadar erkenci oldun? Sizin gün daha yeni başlamıyor mu?" "Malum, sınavlar. Haziran ortasına kadar haftasonu çalışacağım. Sağolsun Cebo Abi, bugün içinde güzellik yaptı, ondan erken çıkacağım." "İyiymiş, hadi kolay gele." "Duur dur, şu biranı al öyle geç." Hakkı, bira kulesinin tepesindeki musluğun ağzına elindeki bardağı yan yatırarak köpürtmemeye özen gösterircesine doldurma işlemini sürdürdü. Sonlandırdı. 


Masaların çoğu boştu, diğerlerinde tanıdık yüzler yerlerini almış, koyu bir hasbihalin içerisindeydi. Cam kenarında bulunan yerlerden gözüne iliştirdiğine geçip tuttuğu bardağı önünde dağınık duran altlıklardan birinin üzerine yerleştirdi. Sandalyenin rahatsızlığına aldırış etmeden fonda çalan ezginin büyüsüne kapıldı, bulunduğu yükseltiden sokağın vadi çukurunu andıran görüntüsü seyretti, kafasında yoğrulan düşünceler bitmeyi bekleyen yapbozun parçaları gibi dağınıktı, uğraşası bir vardı iki yoktu... 


Sahnenin önünde belirli belirsiz karartılar çoğaldı, canlı performans için son hazırlıklar yapılıyordu. Akortsuz bağlamanın hoporlöre yer edinen tıngırtısı kulaklarda çınladı. Kılıfından çıkarılan gitar, yeni doğmuş bebeği dikkatle tutan hemşirenin gösterdiği titizliğe meydan okurcasına sanatçının dizinde yer etti. Bir ucu müzik sistemine bağlı olan kablo, göbek bağı gibi enstrümanın parçası olmuştu. Kulağı okşayan tınıların seçilir hale bürünmesiyle birlikte, keyifli dakikalar vadeden müzisyenlerden oluşan grup, repertuvarlarının kılavuzluğunda notalardan örülü yolculuğunu ağır ağır başlatmıştı. Rezerve yerlerin kiracıları peşi sıra akın ediyordu. Gölgeleri boş tabaklarda beliren bar emekçileri, verilen siparişleri getirip boşalan ne varsa götürüyordu; adisyonlar arttıkça, üzerine atılan çizgiler de çoğalıyordu. Sanatçının nağmeleri hızlandıkça, tokuşturulan kadehlerin ritimsiz hal alışından yorulan kollar ve usanmış yüzler, fiyakalı küfürlerin edebi sözlerle bütünleşerek siyasi dinazorlara dönüştüğü vakitlere evriliyordu. Masalarda toplaşanlar, farklı dünyalarla meşguldü, tarih öncesi medeniyetleri çağrıştıran uğultuları da ortak noktalarıydı.


Hakkı, İlyas'a söylediği süreyi geciktirerek, elinde tuttuğu içi yarısına kadar kırmızı şarapla dolu kadehiyle, masadaki yerini aldı. "Kusura bakma kardeşim, yoğunlukta biraz destek oldum arkadaşlara." "Yok ya ne kusuru." "Ee, hadi o zaman, gelecek günlere içelim dostum." "Eyvallah." Kollar havada usulca dalgalandı, köpek haykırışı gibi çarpıştı umutlar. Ölenler dirildi, hiç binilmeyen atlar şahlandı, kayıp memleketlere raylar eşliğinde soludu trenler... İlyas, ikinci bardağından kocaman bir yudum aldı. Biranın ağzında oluşturduğu tat, yüzünün ekşimesine neden oldu. Kendine geldikten sonra, sanatçının söylediği müziğe eşlik ederken buldu kendini. Mızrap, bağlamanın teknesi üzerinde hikayeden hikayeye kuş misali konmaktaydı. "Biramı bitirince kalkalım." "Nasıl istersen." Lavaboları arşınlayanların oklava yutmuş hallerinde bilindik telaşlarını sonlandırma gayesi salgın bir hastalık gibi yayılıyordu Cebo Abi'nin mekanında. 


İki arkadaş, tanıdık yüzlere güzel geceler temennisinde bulunarak kasaya yöneldi. Hakkı, içilen kadar tutan hesabı ödemek için İlyas'dan erken davranarak gün boyu arkasında durduğu barın önüne yayılırcasına yaslandı, kasadaki arkadaşı, olur mu öyle şey, der gibilerinden okkalı bir bakış fırlattı. Hakkı kararlı, karşısındaki de pek cevval. Alırsın, almam vaziyeti sürerken, Cebo Abi'nin çatallı ve bir o kadar gür sesi horoz dövüşünü sonlandırdı. Hakkı, hükmen mağlup sayıldı. 


Geceyi sokakta karşılayacak olan işportacılar, muşambaları, brandaları, kalın ve ince bezleri gidiş gelişi aksatmayacak şekilde, özenle kaldırım taşlarının üzerine sermişti. Kitaplar, el yapımı bileklikler ve çantalar, posterler, hediyelik eşyalar sergiye çıkmışçasına alıcılarını bekliyordu. Tezgahlara ilişen gözleri, bi güzellik yaparız, diyen diller karşılarken, bir şehrin nefes alış verişinin tanığı olduklarının farkında değildi birçoğu. Detaylı sorular, yapılması planlanan hesaplı pazarlıkların girizgahıydı; biraz da öğrenci işi bir fiyat koparabilme amacı güden bu durum, her defasında mutlu sonla bitiyordu. Markaların burada karşılığı yoktu, dayanışmaya dair kırıntılar fazlacaydı. İlyas, onlarca kitapla örülü tezgahın alengirli görüntüsüne kapılarak sokuldu. Ardında beliren arkadaşı da, yakacağı yorgunluk sigarasının dumanını mümkün olabildiğince en az kişinin rahatsızlık duyabileceği bir yer aradı, bulamayacağını farkedince de İlyas'ın yanına konumlanarak yıllardır kullandığı has çakmağını alevlendirdi. "Hocam, fazla sigaran varsa bir tane rica edebilir miyim?" "Tabi abi, buyur." Hakkı, cebinde büzüşen paketi kitapları satan kişiye uzattı. Özenle alınan tek dal, aynı özenle Hakkı'nın avuç içine parlayarak yayıldı. Kitapçı, tezgahının önüne diz çöküp kitapları yakından inceleyen, muhtelen yarı yaşındaki İlyas'ın sayfalarını karıştırdığı satırlarda yer alan hikayeleri anımsadı. Karakterler yıllar sonra uyanmış olmanın masalsı tedirgiliğiyle hayali yüzlerini etrafa saçarak dolanmaya başladı. Şairler yarım kalan şiirlerini bitirme heyecanı içinde, fabrikalarında grev başlatan emekçilerle kol kola bir bütün oluşturarak sokağın başındaki İnsan Hakları Anıtı'na doğru yürüyordu. Sloganlar şiirleri, şiirler sloganları körüklüyordu. Evrensel bir ressamın özgürlük figürleriyle buluşuncaya dek haykırdılar, haykırdılar... "Bakar mısınız? Pardon!" Haykırışların coşkusunu zamansız bölüveren söz, vücuda bürünmüş bekliyordu. "Buyurun." "Şu kitabı soracaktım." Telefon ekranına sıkıştırılmış bir kitap kapağıydı gösterilen. "Maalesef." Kitapçı, sigarasının son kalıntılarını hızlı hızlı birkaç kere soludu. Söndürdü. Karşısındaki genç kitabın farklı sayfalarını incelemeye başlamıştı. "Elinde tuttuğun kitap, pek burada biteceğe benzemiyor. O kitabı sana hediye edeyim. Zaten kaç gün oldu getiriyorum, bir sen ilgilendin." Kitapçı, saniyeler önce yaşadığını bu kez İlyas'a yaşattığını düşünerek devam etti: "Genç, senin gibi kuyumcu titizliğiyle kitaplara dokunan, sayfalarını dikkatle karıştıran çok kimse kalmadı. Gelip geçen insanların çoğu bu kitapları bütün olarak görüp kapaklarına dahi bakmadan, şu kitap var mı, o kitabı getirebilir misin gibi sorularla yıldırıyor. Her gün aynı sahne. Koca dükkanı olan, yayınevleriyle anlaşmalar yapmış kitapçı muamelesi görüyorum resmen. Sahaf kültürünü yok ettiler maalesef. Halbuki önceden böyle miydi, sahafların müptelaları olurdu, dükkanlar kendine has kokusuyla içeri davet ederdi. Raflarda seçilenler, kitaplardan oluşan kuytularda didik didik edilirdi. Alınırdı, alınmazdı. Çok da önemli değildi. İçilen çayın, sohbetlerin tadı olurdu. Peki ya şimdi, bir elin parmağını geçmez böyle yerler." Geçmişe dair özlem, yığınla kırık dökük duygular biriktirmişti kitapçının şatafattan uzak dünyasına. Bireysel ilişkilerin dayattığı cenderelerin yaşam alanlarımıza sinen, farkında olmadığımız anlarda bizden olanı koparan sinsiliğine bir müddet daha saydı, sövdü; belki saniyeler sürdü, belki de saatler... Asırlık gerçeklerdi ne de olsa diyerek dile gelmişti iki arkaşın huzurunda. "Bağışlayın, kafanızı şişirdim" . Etraflarında olan bitenden soyutlanmışcasına kitapçının son sözlerine aynı anda; fakat farklı sözlerden oluşan itirazda bulundu gençler. 


Ara ara kendini hissettiren cılız rüzgar, daha da cılız olan çerçüpü bir tezgahtan başka bir tezgaha doğru sürüyordu. Kimi yorgun düşmüş, kimi umduğunu bulamamış... Ellerinde kalanları bir sonraki geceye saklama gayretiyle toplanan sergilerin yerini, temizlik görevlilerinin düz bir sopaya iliştirilmiş bidondan bozma plastiğin tek yarısından olma faraşları ve isimsiz bir ormanın eski sakinlerinden olduğu pek belli, maydanoz demetlerini andıran çalıçırpı kümelerinin eteklerini çevrelediği bir başka sopada hayat bulmuş süpürgeleri devraldı. Oynatıcısının belirlediği figürlerin dışına çıkmayan, folklorik bir büyünün can damarını oluşturan gidiş gelişler, cümle alemden yayılan uğultuları seyyar bir orkestraya dönüştürerek şovuna başlamıştı. Kitapçının sözleriyle başlayan söylev, karşılıklı diyalogları doğurarak çoğu boğazda düğümlenen hayallerin dile gelen firari tılsımlarına kucak açtı. Seçilen kitaplar solgun market poşetinin davetsiz misafirleri olarak ağırlanırken, İlyas'ın cüzdanında uyuklayan eskice bir banknot okunacak yeni yazarların sınırlarına dahil olmanın nişanesi olarak belirdi ve hediye verilen yıllanmış satırlar için ayrıca teşekkür edildi. İki arkadaş gecenin sonuna doğru adım atarken, sırtlarında ilçe belediyesinin kubbe görünümlü fosforlu ismini taşıyan temizlik görevlileri, mıntıkalarına üç karakterli vals gösterisini yaymakla meşguldü ve her biri gecenin son sahnesini noktalamak için sokağı ele geçirme gayreti içerisindeydi.


Taksi dolmuş bekleyenlerin oluşturduğu kuyruk, köfte arabalarının önüne dizilen insanların kalabalığının yanında azınlıktı. Ziya Gökalp Caddesi, farklı baharatların ve yanık et kokularının istilasına uğramış, kokoreç ustaları kullandığı ne kadar kesici alet varsa hepsini enstrümana dönüştürerek farklı ritmleri ince ince işlemeye koyulmuş, minibüsler tükenmiş, otobüsler seyrelmiş, yollar ticari sarı taksilerin farlarından süzülen göz kamaştırıcı ışıklara boyun eğmiş... Seyyar ampullerin altlarına dizilen taburelere emaneten çöken bedenlerin uzamış gölgelerine tüneyen kediler, ekmek aralarına sıkıştırılan göz hakkı nasiplerini iştahla açılıp kapanan çenelerin insafına bırakmıştı. Yol boyu dumanaltıydı. Oluşan ambiansa bir şekilde direnen, sayıları epey seyrek, nohut-pilavcıların ise apayrı müptelaları vardı. Bu müptelaların kimisi servis edilen plastik tabaklarına bolca cin biberi muhteşem ikilinin yanına boca ederek sokak lezzetinin dile yansıyan en ateşli dakikalarıyla muhatap olurdu, kimisi de atıştırma süresince iki, üç, hatta daha fazla bardak yayık ayranı tüketerek, başkentin göbeğinden farklı memleketlere uzanan bastırılmış özlemlerini açığa çıkarırdı. Az biraz tuz, fazlaca karabiber asıl tadın raconu olduğundan yoklukları düşünülemez bile. Hakkı'da hemen her gece kullandığı istikamette damağının esir olduğu Batu Usta' nın ekmek teknesine yaklaştıklarında arkadaşının koluna ilişti: "Kardeşim gel şurada nohut-pilav molası verelim." "Olur olur, hem de çok iyi olur." 


Radyoda bilinmeyen bir frekans, bilinmeyen başka bir frekansın hudutuna ara ara dahil oluyordu. Cızırtıların arasında beliren nağmelere Batu Usta'da eşlik ediyordu ve her yükselişte detone olan sesine aldırış etmeden işini keyifle yapıyordu. "Pilavcıların piri abim, neşen yerinde, gecen güzel olsun." "Ooo Hakkıcım, hoşgeldin, sen de hoşgeldin delikanlı." İlyas, ustanın canayakın söylemine suratının çizgilerine yayılan kendine has tebessümüyle karşılık verip gün içerisinde sayısız kez kullandığı 'eyvallah' sözcüğüyle de selamladıktan sonra, arkadaşının saniyelerle sınırlı tuttuğu tanıştırma faslının içerisinde buldu kendini. Siparişler verildi, uygun bir yere ilişip beklemeye koyuldular. Yolun karşısında beliren Kurtuluş Parkı'nın koca karartısı sonu olmayan bir görüntüye bürünmüştü. İlyas, tuttuğu poşeti Hakkı' ya verdi ve cebindeki tabakayı çıkarıp alışık olduğu parmak hareketleriyle iki dal tütün sardı. Birini kulak arkası yaptı, diğerini de arkadaşına uzattı. Aldığı kitapların kabarttığı poşetini geri aldığında, usta da sağ avucuna adeta yaymış olduğu tahta tepsisiyle yanlarında bitti: "Gençler, hadi iyisiniz. Bol kepçe koydum. Ekstra birşeyler isterseniz çekinmeyin, gelip alın. Mekan sizin, sokaklar bizim! Hadi afiyet olsun." "Senin de neşen hep üzerinde olsun ustam." "Hep birlikte Hakkıcım."


Dumanı üzerinde tüten tabaklar, kaşık darbeleriyle görselliğini yitirmeye başlarken, İlyas'da uzun zamandır oturtamadığı yakın geleceğine dair planlarını, bir dosta anlatma isteğini derinden hissederek ağır ağır dillendirmeye başladı: "Ne yapacağımı pek kestiremiyorum Hakkı. Sınavlar yaklaştı ve iki senedir veremediğim derslerlerle bir kez daha muhatap olacağım. Çalışmaktan ne okula gidebildim, ne de notları toplayıp yoğunlaşabildim. Gerçi senin durumunda benimkinden farksız. Belki bu söylediklerim tamamen uydurduğum bahanelerden ibaret, ama gerçek şu ki her geçen zaman derslere daha da duyarsızlaşıyorum. Okul ne zaman biter, hiç kestiremiyorum. Ulan halbuki bu yıl mezun olacaktık. Bizden avukat olur mu lan?" Arkadaşı tabağını yarılamak üzereydi, ondan geri kalmamak için kendisi de hızlıca iki üç kaşık daldırıp çıkardı. Ağzına tıkıştırdıklarını hızlıca çiğneyip yutkundu, devam etti: "Babamın durumu da malum, ne olur, nasıl olur bilmiyorum. Annem perişan. Kardeşimin çocuk dünyasını tahmin bile edemiyorum. İşe girdiğimden beri sende biliyorsun ki pek gidemedim yanlarına. Şu sınavlar bir geçsin, zaman kaybetmeden istikametim İstanbul. Hoş şimdi de gitsem sınavların seyrinin değişeceği yok ya... Muhtemelen bizimkilerin yanında kalırım bir süre, annemin yükünü biraz olsun hafifletirim. Orada da çalışır, çabalar sınavdan sınava gelirim buraya. Ooof ulan, hakikaten canım çok sıkkın, bazen hiçbir şey düşünmek bile istemiyorum. Ben böyle hayatın..." Hakkı, tabağını bitirmiş, dikkatle arkadaşını dinliyordu. İlyas'ın daha da karamsarlaşan cümlelerini uygun bir yerde kesmek için zamanı kolladı ve beklediği anın geldiğini düşündüğü bir ara sessizliğini bozarak sakince konuşmayı denedi, ilk lafları sürekli İlyas tarafından kesilmiş olsa da inadını kararlı bir şekilde sürdürdü. Ağızlardan dökülen karşılıklı sesler, anlamsız yığınlar oluşturarak gecenin yıldızlardan yoksun karartısına dahil olarak uçuşup gitti bir süre. Yenişemeyen yorgun boksörler gibi adeta köşelerine çekildiler sonra ve aralarındaki sessizliği, uzaklarda yankılanan bağırışları, radyonun özgün cızırtısını, Batu Usta'nın dişleri arasından sızan ıslığını, nohut-pilav çiğneyen suratların şapırtılarını, sarhoşların naralarını, boş yolu sahiplenen eski model aracın motorundan yayılan hırıltıyı, köpeklerin ayak seslerini, kedilerin bebek çığlığını andıran haykırışlarını dinlediler usul usul. "Kusura bakma kardeşim, dedim ya iyi değilim bu aralar. Hadi tütünümüzü içip yavaştan eve geçelim." İlyas, Hakkı'yı konuşturmayarak bencilce davrandığını düşündüğünden sarf etmişti son sözlerini. "Ne kusuru dostum, olur mu öyle şey. Yalnız iyisin, iyi olmak zorundasın koyverme kendini." Tütün dumanının altındaki bekleyişleri, ciğerlerine giden son nefeslik içime kadar devam etti. Enerjisinden ödün vermeyen Batu Usta'yı, etrafına dağılan diğer bir iki gececiyle birlikte bırakarak uzaklaştılar. Birkaç yüz adım caddeyi takip ettiler, sokaklara açılan tenha köşe başları uykusunun derinliğini tadan yaramaz çocuk sakinliğindeydi. Evlerinin bulunduğu yokuşun başından dağ geçitlerini kıskandıran eğime doğru saparak, birbirine yaslanmış binaların arasından ağır ağır tırmanmaya başladılar. Soluklarında beliren ritim hızlandı, cüsseleri yavaşladı. Tükenmeye yakın bir haldeyken vardılar. Hakkı, nefes nefese bir gayret, Mustafa'nın ışığı yanıyor, diyebildi. 


Hakkı cebinden çıkardığı anahtarı kapının kilidine oturttu ve çevirmeye başladı. Her bir turda apartman boşluğuna yayılan gürültüyü sonlandırmak istercesine içinde bulunduğu faslı çarçabuk bitirmek istedi. Kapıyı açtığında, yüzlerine tokat gibi vuran ekşimsi kokunun içerisine dahil oldular. Ayakkabılarını çıkarma uğraşı verdikleri sıra İlyas'ın sitem dolu, kaç kere söyledim şu Mustafa'ya evi ara ara havalandır diye, dilimde tüy bitti, ama nerdee, sözleri çıplak duvarlar arasında gitti, geldi. Salona geçtiklerinde, biri pencerelere, diğeri de balkonun, sonbaharda yapraklarını döken ağaç misali, boyası bir çok yerden atmış, soyulmuş kapısına doğru yöneldi. Ütüden nasibini almamış perdeler dizginlenene kadar dalgalandı, uçuştu. Hava dolaşımının egemenliğini hissettirdiği vakit; iki arkadaş sırayla lavabonun yolunu tuttu, sabunla köpürttükleri ellerinden süzülen gri renge bürünmüş sular giderin ağzında yuvarlak çize çize kayboldu ve sonrasında odalarına dağılarak günün kalıntılarını üzerlerine çivileyen elbiselerinden kurtulup görece daha temiz, rahat, uykuya çağıran ve moda da neymiş havası veren giysilere büründü.


Ekşimsi koku kırılmış, kırıklardan sızan serinlik nefes almayı elverişli bir hale getirmişti. İlyas, penceleri kapatarak cereyanın yaşattıklarını sonlandırdı ve balkon kapısını ellemeden mutfağa yöneldi. Üzerine sıçrayan yağ lekelerinin belirli belirsiz izlerini taşıyan, iç içe geçmiş dikdörtgen desenleriyle zamanında görücüsünün gönlünü çelen halının kabarık tüylerini çiğneyip portakal renkli buzdolabının tutamaçına asıldı. Karşısındaki züğürt raflarda ne istediğini bilmeden arandı bir süre. Önceki günden kalan yemeği barındıran tencerenin arkasına gizlenmiş maden sularından birine uzandıktan sonra yumurtalık kısmından, ne zaman kesildiğini bilmediği büzüşmüş yarım limonu da alarak dolabı kapattı. Elindekileri, yıkanmayı bekleyen bulaşıkların bulunduğu tezgahın boş kısmına bırakıp buram buram geçmiş kokan mutfak dolabının gözlerinde şişe açacağını bulmaya çalıştı. Bulamadı. Söylenmeye başladı, gayri ihtiyari küfürler savurdu, tekrar gözden geçirdi, aradığı yoktu. "Tövbe tövbe, delirecem şimdi." Yapacak bir şey yok, diyerek şişeyi mutfak tezgahının kenarına yaslayıp tırtıklı kapağını da üst kısmındaki mermere iliştirdi. Boştaki eliyle, baş parmağının altındaki kemiği ortalayacak şekilde oluşturduğu düzeneğe sertçe vurdu. Birikmiş kap kacak olduğu yerde zıpladı. Tısss, sesini duymasıyla birlikte, bir kez daha aynı hamleye başvurdu ve kapak, mutfağın içinde seke seke bir yol çizdi, halının kararmış saçağına takıldı, durdu. Mermerin üzerinde oluşan derin çizik ise yaşananların kanıtı olarak yüzyıllar sonraki arkeologlar tarafından incelenmeleri için bırakıldı. Ev sahibi bu duruma ne der, diye hiç düşünmeden kapağı hızlıca bulunduğu yerden aldı ve bulaşıkların tarafına gelişigüzel fırlattı. 


Hakkı, salondaki kanepeye boylu boyunca uzanmış telefonunu kurcalıyordu. Boynuna destek yaptığı yastık, taşıdığı yükten iki büklüm olmuştu. Kapı boşluğundan içeriye dahil olan karartıya gözü kaydı. İlyas'tı. Dirseklerinin yardımıyla kendisini biraz daha dikleştirip cefakar yastığı bu sefer sırtına dayadı. Kahkahayla karışık, oo kardeşim, gazan mübarek olsun, ne yaptın öyle, tak tuk, savaş çıktı zannettim vallahi, sözleriyle arkadaşını karşıladıktan sonra yüzündeki sırıtışı sürdürmeye devam ettirerek bir yanıt beklercesine sustu. İlyas, söylenenleri duymamış gibi davranarak kırlenti iyice çukurlaşmış koltuğa oturdu. Önündeki sehpanın üzerinde Mustafa'nın ders notları duruyordu. Kağıt yığınını kaldırıp ayaklarını uzatmak istedi, vazgeçti ve sağ topuğunu sol dizine yerleştirip yanında taşıdığı iki parça ganimetini birbiriyle harmanlamak için günlerini buzlukta geçirdiği pek belli olan limonu şişenin içini hedef alırcasına sıkmaya başladı. Hakkı'nın dikkatli bakışları eşliğinde güçlükle özgürlüğüne kavuşan üç dört damla, sodayı köpürterek şişenin ağzına dayanan üst üste, iç içe geçmiş onlarca baloncuğun oluşmasını sağladı. "Hadi kardeşim diksene şunu kafana, hiç ettin, resmen gözyaşı oldu parmaklarına akıyor." Umursamazca kocaman bir yudum aldı, yanakları şişti, söndü. "Ohh be." İlyas, son birkaç saniye hiç yaşanmamış gibi, gayet sakin, Hakkı şişe açacağını gördün mü, dedi. "Yok kardeşim, en son Cebo Abi'yle geldiğimizde aldığımız biraları cilalamak için kullanmıştık, sonrasını bilmiyorum, çıkar bir yerlerden illaki. Haa, şimdi anladım içerdeki harbi. Neyse dostum, gel sana bir sigara ısmarlayayım, sonra da yavaştan istirahate geçeriz."


Komşu apartmana bakan balkonda, her sigara mesaisinde yaşanmışlıklar unutulur, çocukluk hariç tutulur ve anların tümü masallara aittir, hayal bahçesinin el değmemiş yamaçlarında gelecekten bir dem yankılanır. Sorgulamalara, küfürlere, umutsuzluğa yer yoktur; roman kahramanlarının serüvenlerinde birikenler bir ozanın satırlarında çatlağını ararcasına didinir, gezinir, yol olur. Yolculuklar biraz da böyle başlar, balkonun paslanmaktan bitap düşmüş demiri bile her şeye inat dümen olur ki, istikameti Cebeci'den taa nerelere uzanan düşlerden örülü yaşanacakları kucaklar. Uzaklara dikilmiş evlere asılı duran uykuya direnmiş pencerelerin ışıltısı ateşböceklerine dönüşür zifiri karanlıklarda. Ayın aydınlattığı gecelerse bir başkadır, gökyüzüne iki çizgi uzanır ve o çizgiler bembeyaz bir lokomotifi sırtlar. Varoluşçu filozofların dertleri, tasaları, tavırları damar gibi yer edinir yağmurlu günlerin zamansız ıslaklığında, duyulan göğün gürlemesinden çok başkadır, vesselam haykırıştır. Zihinlerde yer edinen bilumum sualler, aynı kaynaktan fışkıran farklı ırmak kollarına dönüşerek çağlayanını kucaklar bir sigara içimlik sürede.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SİYASALLI CİNŞİR -arka bahçe-

BİSİKLET, TERLİK ve YOL HİKÂYELERİ

BİR ÇOCUKLUK HASTALIĞI: FUTBOL