DARMADAĞINIK ANLATILAR

 (yaşama dair hikayelerdir karalanan...)


Çocukluğundan çok daha eski zamanlara ait çalar saati, önceki günler gibi yine sabahın altısında, uykunun belki de en tatlı yerinde, rüyaların bilinmezliğe evrildiği o son bir kaç saniyede kendine has gürültüsüyle çalmaya başladı. Başucunda bulunan masanın üzerine yer edinen saati tek kol hareketiyle susturarak güçlükle doğruldu. İşe gitmek için yavaş hareketlerle hazırlanmaya başladı. Attığı her adımda ahşap parkelerin bilindik çatırtıları işitiliyordu. Aynada beliren yüzü, gecenin tazeliğini hala yaşıyordu, yüzüne çarptığı suyun gözlerinde oluşturduğu sızıya aldırış etmeden, aylardır kullandığı diş fırçasına irice macun sürerek geceden damağında yer edinen kahve, çay ve tütün kalıntılarını hızlıca yok etmek istercesine sararmış dişlerini fırçalamaya koyuldu. Lavabonun teknesine bol köpüklü tükürdükten sonra, avucunda oluşturduğu çukura doldurabildiği kadar suyla ağzını çalkalayıp dişlerininin beyazladığına dair bir kanıt ararcasına bu defa dikkatle bakındı karşısında duran plastik çerçeveli, sağ üst köşesinden çatlamış, sayılamayacak kadar çok su lekesini üzerinde barındıran aynaya. 


Saat sabahtı, gün karanlık,etraf sessiz. Bozkır coğrafyalarda yaşayan insanların bildiği bahar soğuğunu iliklerine kadar hissederek elleri cebinde, koşarcasına yokuş aşağı yürüyordu. Sokak köpeklerinin seyrek havlamaları eşliğinde metro durağının bulunduğu Cemal Gürsel Caddesi'ne vardığında, şehrin ölü gürültüsü yavaştan canlanmıştı ve kaldırımlarında sağlı sollu ilerleyen insanların soluklarında beliren buhar karanlığa karışıyordu. Simit dükkanlarının önünde oluşan kuyruklar her zamanki gibiydi. Bekleşirken gerçekleşen sohbetler, kepenk seslerinin otomobil gürültüsüne karıştığı o dakikalar yeni hikayelerin, mücadelelerin başlangıcıydı. Metroda atıştırmak için alınan iki tane gevrek Ankara simidi kese kağıdının içine gelişigüzel konulmuş, cebinden çıkardığı bozuk paraları her zamanki gibi hızlıca tezgahtaki kadına uzatmıştı. Bu şehire geliş sebebi olan kampüsün yanından duyarsızca geçerken, okuldan iki arkadaşıyla ayaküstü selamlaşıp yapılan üç beş sözden ibaret sohbetlerine yaklaşan sınavların bilinmezliğini de sıkıştırmışlardı. Karşısındakileri kitaplarla yığılı kütüphanenin tozlu masalarına uğurladıktan sonra, ayakları bineceği treni kaçırmamak istercesine birkaç yüz adım ileride bulunan durağa doğru hareketlendi. Gün ağarmaya yüz tutarken bitmek bilmeyen basamakları ikişerli üçerli indi. Son engel olan turnikeden geçerken, metalin geceden biriktirdiği tüm soğuğu da bacaklarında hissetti. 


Bekleyen insanlar, zamanla yarışan adımlarını tren düdüğünün duyulmasıyla telaşlı, sabırsız bir ritimle savurmaya başladılar. Sağlı sollu, ileri geri gerçekleşen hareketlenmeler, kapıların açılmasıyla birlikte daha da artarken, homurdanmalarda kendiliğinden oluşuyordu. Doğaçlama bir sahnenin oyuncularıydılar, herbiri kendi hikayesinin başrolünü oynuyordu. Kazananın olmadığı, hatta kaybedişlerin her daimliğinden bunalmış hayatları vardı insanların. Kamburlaşan bedenlerden sarkan bezgin kolların insafına kalmış nasırlı ellerin tuttuğu sefer taslarından yayılan kokuydu aslında kimlikleri. Trenin içerisinde boş bir koltuğa ilişme çabası, adresi malum bilinmezliğe doğru seyir halinin en belirgin dışavurumuydu. Geçmiş günlerin manevi yıpranmışlığı, mesai olarak dillendirilen dakikaların yaşanmışlıklarıyla ağır bir yük oluşturuyordu bedenlerde. Geceden sarkan yorgunluklar, ritimsiz soluklanmaların açtığı girdapla iyileşemez bir yaraydı halbuki. Hayallerin hükmü yok denecek gerçeklikti, bir başka gerçeklik ise birbirine iliştirilmiş vagonlardan oluşan gürültülü bir aracın, durakları ağır ağır katederek kapılarını yeni bilinmezliklere açıp kapamasıydı. Karanlık sabahların sakinleri, karmaşayla örülü şehirlerde yapayalnız, karşılık görmeyen emekleriyle direnmenin ne demek olduğunun vücut bulmuş haliydi.


*                     *                      *


Yeni gün yüzünü göstermeye başlamıştı. Güneşin belli belirsiz varlığını arkasına alarak çalıştığı alışveriş merkezine doğru ilerlerken, yol boyu hareket halindeki otomobillerin, kamyonların egzozlarından çıkan dumanlarını soludu, köprü altını mesken bellemiş minibüslerin gideceği yerlerin kılavuzluğunu üstlenen çığırtkanların ağızlarından dökülen başkentin uzak ve yakın semtlerinin isimlerini içinden tekrarladı. Yaklaştıkça irileşen alışveriş merkezinin gösterişli duvarlarına yer edinen reklam panoları ve içerisinde bulunan çokça mağazanın en geniş metrekaresine sahip markaların iri logoları okunaklı bir hal alıyordu. İlerleyen saatlerde nizami şekilde park edilecek araçların dolduracağı boşluk ise minyatür bir ovayı andırıyordu. Asfalttan da ne ova olur ya. Bu mıntıkanın gediklisi kara başlı çelimsiz sokak köpeği ise, önceki günler gibi nasibini çıkarabilme uğraşı içerisindeydi. Belirli aralıklarla konulan çöpleri karıştırırken, başına üşüşen üç beş karganın tacizini görmezden geliyordu. Kargaların bağırışları şehrin gürültüsünü bastırıyordu. 


Çalıştığı mağazaya en yakın olan kapıdan tüketim mabedinin içerisine dahil oldu. Kapıda bekleyen güvenlik görevlileriyle selamlaştıktan sonra dört yanı mağazalarla çevrili geniş koridorların, katlar arası mekik dokuyan yürüyen merdivenlerin, göz alıcı spot ışıkların, plastik sarmaşıkların, yılbaşından kalma çam ağaçlarının buyurganlığında siyahtan kahveye bürünmüş eskice bir koltuğa oturarak beklemeye koyuldu. Mesaisinin başlamasına dakikalar vardı. Cebinden çıkardığı telefonuyla internette gezindi, günler öncesinin haberlerini son dakika olarak tekrar okudu, sıkıldı, geçmiş aramalarına bakındı, tüm ekranı annesiyle görüştüğü zamanlara ait detaylar kapladı. Babasını düşündü. Şimdi nasıl acaba, sorusunu aklından geçirerek telefonuna gelen mesajların bulunduğu sayfada oyalanmaya başladı. Maaşının yattığı hesabın sahibi olan bankanın kredi kartı önerisinde bulunduğu iletiyi bir kez daha okudu, sildi. Bulunduğu yerin yapay sessizliğinden bunalmıştı. Telefonunu anlamsızca avuçları arasında iki üç tur gezdirdikten sonra cebine koyup tekrar ayaklandı. Bir alt katın koridorlarının fayanslarını parlatan makinenin çıkardığı ince sese kulak kabartarak bulunduğu yerde volta atmaya başladı. Karşısında üç arkadaşı belirdi. Sözleşmişçesine beraberdiler, laflaya laflaya yaklaştılar ve zoraki selamlaşmalarının ardından her biri gözüne kestirdiği koltuklara boylu boyunca yayıldı. Sessizliğin tekrar hüküm sürdüğü dakikalarda farklı gölgeler belirdi. Bilindik yüzlerini anlamsız ifadeler kaplamıştı, mağaza müdürününki hariç. 


Mağaza müdürünün elindeki otomobil anahtarına benzeyen kumanda, yeni nesil modern kepenklerin ağır ağır açılmasını sağladı. Karşı tarafa geçmenin mümkün olabildiği ara açılınca, karanlığa aldırmayan çalışanlar çil yavrusu gibi sorumlu oldukları reyonlara dağıldı. Kepenkler tekrar kapandı. Birbirinden farklı ürünlerin oluştuğu mağaza hayalet bir şehri andırıyordu. Reyonları belirleyen boşluklar terk edilmiş sokaklardan farksızdı. Şartelin kaldırılmasıyla duyulan çıt sesi, tüm tavanı kaplayan florasan lambaların peşi sıra açılmasını sağlamıştı. Uçuşan tozlar suç üstü yakalanırken, dünkü kapanışa dakikalar kala adeta hücuma geçmiş son saniye müşterilerinin elinin değdiği, kabinlerde denediği ne kadar ürün varsa olduğu gibi olmaması gereken yerlerde bırakılmıştı. Sabahçılar, kapanışçılardan ağır bir enkaz almış olmanın rahatsızlığıyla söylene söylene, esneye esneye yavaştan işe koyuldu. Müdürün samimiyetten uzak, güzel kelimelerle süslü cümleleri nehre karışan lağamın sardığı koku gibi mağazanın dört yanında beliriyordu. 


Çoraplardan, pantolonlardan, gömleklerden, ayakkabılardan, şapkalardan, berelerden, eteklerden, kravatlardan, çocuk tulumlarından.. oluşan dağınıklık giderilmiş, görev dağılımı yapılmıştı. Müdürün, İlyas Bey siz de son iş gününüzde gelecek olan on bir palet ürünü yerleştirmek için depoya geçiniz, lütfen mağaza müşterilere açılmadan reyonunuzda hazır bulunun, sözlerinden sonra soluğu depoda almıştı İlyas. İsmine iliştirilen bey kelimesi hala kulaklarında çınlıyordu. Bir türlü alışamadığı sözlerden yığılı kurumsallığın ağır yükünü yaklaşık iki yıldır sırtlamaya çalışıyordu. Yapay ilişkilerden örülü, dedikodunun gerçeklere caka satarcasına pazarlanıp kariyer basamaklarına referans olduğu, insani olabilecek her türlü duygunun, mazeretin, hastalığın ayıp sayıldığı, paranın zamansal bir kudret olarak dayatıldığı robotik yaşamlar vaadeliliyordu çalışanlara. Nasıl bir labirentin içerisindeydi, içerisindeydik. Hayatın, mevsimlerin geçişkenliğinden hızlı değişimine şaşarak, sadece çabalıyordu. 


Tonlarca ürünü kasasına yüklemiş kamyonun belirmesiyle düşünceler sarmalından sıyrılıp, depodaki transpaletlerden birini sürükleyerek hazır konuma getirdi. Koca araç deponun önündeki yük rampasını ortalayarak ağır ağır yanaşırken, şöförün doğru manevra yapabilmesi için racona uygun terimleri ödünç alarak komut vermeyi de ihmal etmedi, biraz da gerekliydi, kör nokta kaçınılmaz olabiliyordu. Gür bir sesle, duuuuur, dedikten sonra, kasanın yavaş yavaş açılan kapısı siren sesini andırarak kesik kesik ötmeye başladı. Rampaya nizami bir iniş gerçekleştiren demir yığınının ardında tahta paletlerin üzerine gelişigüzel kutular üst üste dizilmiş ve devrilmemesi için kalın streçlerle dört tarafı sıkıca sarılmıştı. Transpalet yardımıyla yükleri deponun içerisine düzenli bir şekilde yerleştirmeye başladı. İki, üç, dört derken kısa bir mola verdi. Şöför bir kaç adım uzağında kameranın görmediği sote bir yere geçmiş uzun sigarasını iştahla içiyordu. İçilen sigaradan yayılan duman havaya karışırken uzun yol şöförlerine has göbeğini pantolonuna yerleştirme uğraşı da başka bir meşguliyetiydi. Biten sigaranın külüyle ikinci sigarasına can verirken, İlyas'da yarım bıraktığı işi sonlandırmak için koca kasanın ışık girmeyen derinliğine dahil olmuştu. Beş, altı, yedi... derken son yükü de dikkatlice yerleştirdikten sonra depo kapısının önünde sabırsızca bekleyen şoförün elinde tuttuğu teslimat kağıdını alıp, göz ucuyla okudu. Gözleri satırlar arasında kaybolurken, karşısındakinin söylenişlerini, oflamalarını duymazdan geliyordu. Teslimatı yaptığına dair imzayı gerekli yere attı, oflanmalar, sızlanmalar, bekleyişler sonlandı.


Mağaza müşterilere hazır hale gelmişti. Çalışanlar tek tip elbiselerini üstlerine geçirerek beklemeye koyulmuştu. Koridorlarda vakitli vakitsiz beliren müdür, bir yanlış yada eksik ararcasına dolanıyordu. İstediği bir durumla karşılaştığında ağzından çıkan tükürük tanelerine aldırış etmeden emirlerini sıralıyor, küçük dağları yaratmış olabileceğini kendince hissettirmeye çalışıyordu. Tüm bunlar yaşanırken çenesinde çıkan üç tel kılı sıvazlamayı da ihmal etmiyordu. Mağazanın açılış saati geldiğinde çalışanlar biraz olsun rahatlamıştı. Kayıplara karışan müdürün yerini günün ilk tüketici ahalisi devralmıştı. İstekler istekleri doğuruyordu, bedenler, renkler hızlıca aranıyordu. Deneme kabinlerinde beğenilen ürünler, etiket fiyatının ödenmesiyle poşetlere konulup, güzel günlerde kullanma temennisiyle yeni sahipleriyle birlikte uğurlanıyordu. Yoğunluk arttıkça, arzular aksamaya başlıyordu. Cazibeli kampanyaların, afili sloganlarının büyüsüne kapılan insanların tüketim sarhoşluğunu yüksek dozda yaşadıkları, bir başkasını da sürüklediği bu suni hava depolarında geçirilen zamanların haddi de, hesabı da yoktu. Kredi kartlarına yapılan taksitleri, biriken puanları ve hediye çekleri vardı nasıl olsa. Gidenin bıraktığı boşluğu bir yenisi zaten devralacaktı, mağazanın da stoğu vardı. Kısaca herşey karşılıklıydı.


İlyas, son iş gününün mola zamanı geldiğinde dağınık bırakılmış ürünleri düzenlemekle meşguldü. Muhtemelen bir kaç dakika sonra vurdumduymaz bir çift el, tüm emeğini yağmalayacaktı, ama o da alışmıştı bu garip döngüye. İşini bitirdikten sonra, müşterilerin radarına girmemek için hızlı adımlarla çıkışa yöneldi. Arkasından söylenen bakar bakar mısınız, afedersiniz sözcüklerini üzerine alınmadan son bir kaç metreyi büyük bir zafer kazanmışçasına ardında bıraktı. Üç bin altı yüz saniyelik geri sayım başlamıştı. Tüm ağırlığını yürüyen merdivenin basamaklarına yükleyerek ulaştı yemek bölümüne. Yan yana dizilmiş restoran zincirleri, kocaman harflerle fırsat menüleri sunuyordu. Türlü yağ kokularının kaliteli parfüm kokularına karıştığı labirentin tam ortasındaydı. Sırada bekleyenlerin sabırsızlığı, masalara üşüşenlerin iştahla çiğnediği, yudumladığı yiyecek ve içeceklerden aldığı hazla yarışıyordu. Birbirlerinden bihaber yüzlerce insan doğaçlama gerçekleşen bir ayinin parçası gibiydi. Yemekler afiyetle yenildikten sonra sahipsiz tepsilerin üzerine yer edinen kirli peçeteler, yarım kalmış soslar, içi buz parçacıklarıyla dolu karton bardaklar temizlik görevlilerinin avuçlarında son yolculuklarına uğurlanırken boşalan masalar kir kaplamış bezlerle ileri geri silinerek yeni sakinlerini ağırlamak için beklemekteydi. Bu boş masalardan birine ilişen İlyas, adını telaffuz etmekte güçlük çektiği yemek şirketinin mercimek çorbası, yeşil fasulye, salata ve sudan oluşan personel menüsünden almıştı. Çorbasına bolca pul biber attıktan sonra iştahla kaşıkladı. Boğazından geçen sıcaklık açlığını daha da kabarttı. Ambalajından çıkarmayı unuttuğu ekmeğini çorbayı yarıladıktan sonra fark edebildi. Kasede kalan son kalıntıları parmaklarına iliştirdiği ekmeğin yardımıyla kaşığına ittirerek gerekli hamleye hazır hale getirdi. Mekan ve zaman umurunda bile değildi. Fasulyeyi ve salatayı birlikte yedi, kapanışı suyla yaptı. Tepsinin kuytuluğunda kocaman yer edinen çatal ve bıçağa dokunmadan kalktı. Kendine çay ısmarlamak için hareketlendi. 


Elinde tuttuğu demleme çayla birlikte terasta gelişigüzel oturabileceği, tütününü sarabileceği yer aradı, bulamadı. Tüm sandalyeler kendinden önce gelen tiryakiler tarafından doldurulmuştu. Şakalaşmaların, bayat esprilerin, şen kahkahaların, alaycı gülümsemelerin arasından sıyrılarak en uçta, üzeri yarım metre uzunluğundaki camlardan bezeli duvar dibine geçti. Elindeki çayı, duvarla cam arasınında hudut işlevi gören, üzeri karton bardaklardan taşmış çay ve kahve lekelerinden oluşmuş çemberlerle kaplı mermere koyarak, cebinden çıkardığı tütün tabakasının içinden içebileceği kadar tütünü kağıdın içine boca etti. Sardı. Dilinin ıslaklığıyla son şekli verip, kibriti ateşledi. Çayını yudumladı. 


Sabahın soğuğu kırılmıştı. Güneş, pürüzsüz maviliğin içinde en tepeye yerleşmiş mayıs ayının bilindik atmosferini resmetmekle meşguldü. Uzaklarda beliren fabrikaların yer ettiği mıntıka, tüm bu olanlara savaş açmışçasına bacalarından saldığı karartıyı taarruz silahı olarak kullanıyordu. Alışveriş merkezini çevreleyen yüksek binaların, siyah kaplı iskeletlerine hapsolmuş insanlar tüm bu olan bitenden habersiz, katlar arası mekik dokuyan asansörlerin içerisinde, eskiyen sözcüklerden yığılı dosyaları yetiştirme gayretiyle ömürlerinden azar azar tüketmekle meşguldü.


Sonuna geldiği tütününü, dakikalar önce bitirdiği çayı muhafaza eden bardağın içinde söndürdükten sonra annesini aramayı düşündü. Koluna iliştirdiği saate baktı, geri sayım devam ediyordu, aradı. Üç kez çaldırdı, dördüncüsü çalarken açıverdi annesi. Giriş cümlelerinin sıradanlığıyla karşılıklı edilen sözler birkaç saniye sürdü. Laflar lafları kovaladı, cevaplandı. Arada beliren sessizlikler usul usul dinlendi. Babasının durumunu sordu. Aynıydı. Bir gelişme yoktu. Doktorlar ellerinden gelen titizliği gösteriyordu. Annesinin kilometrelerce uzaktaki bedeninden çıkan ses yorgundu, telaşlıydı. Tekrar ararım, diyebildi İlyas. Karşılıklı iyi dilekler, mesafeleri yararcasınına kulaklarda yer edindi. Parmaklar görüşmeyi sonlandırmak için usul usul hareketlendi. İçi kül dolu çöpüne boş gözlerle bakındı bir süre. Toparlandı. Çöp kutusunun derinliğine savurdu kalan o son kalıntısını. Tiryakileri birbirleriyle baş başa bırakıp, kendisine ayrılan sürenin sonlanması için kafasında yeniden oluşturduğu geri sayımın tiktakları eşliğinde mağazanın yolunu tuttu.


Bilindik düzenlemeler, koşuşturmacalar, memnun etme çabaları, kibarlıktan ödün vermeyen söylemler, gelecek günler için dillerde hazır dilekler... Yarı zamanlı başladığı macera, tam zamanlı olarak sonlanmak üzereydi. Önce saatleri saydı, sonra da dakikaları. İlkokulda saymayı öğrendiği günlerden daha çok saydı, iştahla saydı. Rakamların maddiyattan başka işlevinin olmasına sevindi, diretilen zamana hapsolmasına üzüldü. Sayılan ne varsa tükendi. Üzerinde eskiyen, sırtında uyduruk desenleri olan, omuzlarında apoletvari logosuyla kurumsallık imajı veren elbisesini bir daha kullanmayacağı dolabın içerisine büyük bir keyifle tıktı, anahtarı da dolabın üzerinde bıraktı. Hafiflemişti İlyas. Müşteri kılığında ayaküstü vedalaştıkları da oldu, görmezden geldikleri de. Bir daha beklenmek üzere uğurlanan müşterilerin arasına karıştı. Ardına bile bakmadı. 


devam edecek...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SİYASALLI CİNŞİR -arka bahçe-

BİSİKLET, TERLİK ve YOL HİKÂYELERİ

BİR ÇOCUKLUK HASTALIĞI: FUTBOL