KENT KIRSALINDA OLDUĞU KADAR ÇOCUKTUK

 İstanbul'un en büyük köylerinden biriydi Bağcılar. İnsanların memleketlerinden akın akın göç ettiği, yeni yaşamlarını idare ettirebilmek için ekonomik bir savaşıma ev sahipliği yapan, geçmişte kurulan İstanbul hayalini yerle bir eden, suları sürekli kesik, elektriğin çoğunlukla olmadığı, yağan yağmurla birlikte çamur tarlası olan yolları ve o yollarda yürümeye çalışan insanların ayaklarına geçirdikleri bakkal poşetleriyle geçici çözüm buluşlarının yaşandığı yerin adıydı da Bağcılar. Bakırköy ilçesinden ayrılarak, ilçe statüsüne kavuşan birkaç yerleşim yerinden biriydi. Çocukluğumu anımsadığım çoğu zamanlar Bağcılar'ı da anımsarım beraberinde, Bağcılar çocukluğumdu.


Henüz okula başlamadığım dönemler mahalleden arkadaşlarla sokak aralarında oynadığımız türlü oyunlar, yoldan geçen arabaların tacizine rağmen saatlerce sürüp giderdi. Anadolu'dan gerçekleşen göç, kentleşmenin olmazsa olmazı olan binaların sürekli çoğalmasını da beraberinde getirmişti. 

İnşaat alanlarına kocaman kamyonların bıraktığı kumlarla yeni oyunlar yaratmak en büyük lüksümüzdü. Kum yığınının en tepesinden başlayarak kazmaya başlar, çıkardığımız kilolarca kumdan minyatür şehirler yapardık. Kazdığımız çukur bazen boyumuzu bile aşardı, yaptığımız şehirlerse inşaat bekçisi ya da çalışanları tarafından yıkılırdı. Bir sonraki gün aynı enerjimizle bir kez daha yeni şehirler kurardık. Bu durum inşaat bekçisiyle aramızda yaşanan kovalamacaların başlamasına sebep olmuştu. Bekçinin bizi kovalaması da bizler için başka bir oyun olmuştu artık, o kovalardı biz kaçardık. Bekçinin sürekli zamanını geçirdiği derme çatma kulübeye, kaçışımızı da hesaba katacak şekilde yaklaşarak taş atma girişimlerimiz çoğunlukla istediğimiz sonucu verirdi. Bekçi önce kulübenin kapısını açardı ve ardından okkalı bir küfür savurarak başlardı bizi kovalamaya. Yakalanmamaya ne kadar özen göstersek de bazen fireler de veriyorduk. Yakalanmanın cezası okkalı bir tokat yanında sert bir tekme oluyordu her seferinde. Bir defasında bekçiye çıldırdığı bir misillemeyle karşılık vermiştik kaldığı kulübenin herhangi bir pencere camını kırarak. Cam kırma eyleminden sonra birkaç gün ortalıkta gözükmedik ve o süreci güvenli bildiğimiz yerlerde saklambaç oynayarak telafi ettik.

Günler geçtikçe biz de büyüyorduk. Büyümek demek okula başlamanın bir diğer karşılığıydı. Mavi önlük beyaz yaka günlerim diğer bir kaç arkadaşımla birlikte başlamıştı. Okulda edindiğim yeni arkadaşlarla birlikte okul sıralarında ya da öğretmenimizin hakemliğinde gerçekleşen farklı oyunlarla tanışmıştım, ama hiç birisi sokağın tadını vermiyordu. Bir an önce son ders zilinin çalmasını, koşarak eve gidişimi, sırt çantamı, önlüğümü ve suluğumu evin herhangi bir köşesine bırakıp sokağa çıkacağım anın hayalini kurarak geçiriyordum. Cuma günleri en sevdiğim gün olurdu ve pazar geceleri kabusum.

Çizme, yazma, heceleme, ilk okuyuş, kırmızı kurdele, beyaz kurdele derken okullu oluşumun ilk yılını bitirmiştim. İlk karnedeki güzel notların heyecanıyla birlikte varmıştım eve. Mahalleden arkadaşlarımla karne notlarımızı yarıştırmanın hayaliyle sokağa çıkmıştım. Mahalle büyüklerimizin 'karnen nasıl? ' sorularına verdiğim cevap, 'hepsi beş' olmuştu. Kendimce bir gururun sarmalı içerisindeydim ve futbol topuyla aramdaki en büyük engel üç aylığına mola vermişti. 

Futbola ilgim okulla birlikte başladı. Kısa teneffüs aralarında okulun bahçesinde bulduğumuz herhangi kutu kola kabını ezerek top kıvamına getirir ve o süre zarfında, onlarca kişi yapmış olduğumuz o değerli topun(!) peşinden koşardık. İçeri girme ziliyle birlikte futbol müsabakalarımızın değişmezi olan o kutu kola kabı okul bahçesinin en güvenli yerinde saklanırdı bir sonraki teneffüs ziline kadar. Mahallede durum biraz farklıydı, ilk başlarda plastik top peşinden saatlerce koştururduk, ama sonraları bir futbol topumuz olmuştu. Aynı gün içerisinde defalarca takım kurarak yeni maçlar oynardık. Atılan her çalımın, verilen her pasın, vurulan her şutun ayrı bir güzelliği olurdu. Kaleleri simgeleyen taşlar olduğu için bir çok kez şaibeli gollerde geçerlilik kazanırdı ve bu gibi durumlarda sürekli bir tartışma hali söz konusuydu.

Futboldan artakalan zamanlar ve özellikle de yaz aylarında çelik çomak oynardık. Rakibin havaya fırlattığı sopanın havadayken yakalanmasının zevkiyse paha biçilemez olurdu. Çelik çomak, kız arkadaşlarımıza kendimizi göstermeye çabaladığımız bir oyundu da. Çocuk dünyamızda karşı cinsiyete duyulan değişik, ama bir o kadar güzel olan duygularımız vardı ve bu duygularımızı oynadığımız oyunların içine de katardık çoğu zaman. Sevgili, aşk sözcüklerini bilmediğimiz dönemlerdi ve televizyonda gösterimi olan herhangi bir filmde canlandırılan, herhangi bir öpüşme sahnesini gözlerimiz kapalı bir şekilde geçmesini beklerdik en saf duygularımız eşliğinde. Liseliler olarak tabir ettiğimiz ve bize yaşça çok büyük gelen abiler ve ablalar bazen el ele yürüyerek yanı başımızdan geçerken, yıllar sonraki sevgilinin de hayali kurulurdu. 

*                          *                         *

Bağcılar değişiyordu. Artık eskisi kadar sık elektrik kesintisi olmuyordu ve sular düzenli olarak musluklardan akıyordu. Sokaklar eskisi gibi çamurlu değildi artık, asfaltlanmış yollar fazlacaydı. Evlerin pencereleri artık tahtadan bir çerçeve değildi, her evin penceresi pvc denilen ve camı ses geçirmeyen olarak bilinen bir sistemle donatılmıştı. Sokaklarda bulunan bakkallar yavaş yavaş yerlerini marketlere devretmişti artık. Yaşanan bu değişimler çocuksu dünyamızın merkezinde yer almasa da, yaşanan bu farklılaşmayı herkes gibi hissediyorduk. Yaşanan tüm bu değişimler zamanla oluyordu ve zamanla bizler de büyüyorduk. Arkadaşlarla bazı günler Bağcılar Meydanı olarak bilinen ilçe merkezine yürüyüşlerimizi yaşımızın büyümesine yoruyorduk. Topu topu gidiş ve gelişimizin bir saati bulduğu o süre zarfını mahalleye döndüğümüzde diğer arkadaşlarımıza ballandıra ballandıra anlatıyorduk macera niyetine. Velhasıl yaşımız büyüdükçe, Bağcılar da büyüyordu.

Eylül ayları okulların bir kez daha açılması demekti. Açılan okulla beraber öğretmenin verdiği ödevler, sözlü ve yazılılar, sürekli girilen dersler de aynı paralellikte başlardı. Okula getirilen spor gazeteleri çoğu zaman kaçamak gözlerle okunurdu. Teneffüslerdeki gündem Galatasaray ve Fenerbahçe rekabeti üzerine olurdu. Hagi ve Okhoca kıyaslamalarında Hagici, Taffarel ve Rüştü kıyaslandığındaysa Taffarelci olurdum. Kısaca Galatasaraylıydım. Fenerbahçe'yi yendiğimiz hafta sonundan sonraki pazartesiler, pazar gecesinden hayalini kurarak gittiğim günlerdi. Ti'ye alacağım Fenerbahçeliler fazlacaydı ne de olsa. Kaybettiğimiz zamanlardaysa doğal olarak roller değişirdi. Önemli olan sezon sonundaki şampiyonluktu ve o dönemler hep biz şampiyon oluyorduk ve karşı tarafın ilk iki yıl cevabı hep ' biz daha çok şampiyon olduk' söylemiydi. Üçüncü yılla birlikte şampiyonluk sayıları eşitlenmiş ve dördüncü yıl en fazla şampiyonluk yaşayan takım unvanına kavuşmuştuk. Tuttuğumuz takımları fazlaca içselleştirmemize rağmen tek kriter tabii ki futboldu. Yapılan ödevlerimi muhafaza ettiğim defterlerimi sarı kırmızı ciltlerle kaplamıştım en özverili şekilde. 

Sokak, özgürlüğe açılan penceremdi. Tabii okulun da kişiliğime kattığı güzel değerler oluyordu. Kitap okumayı bir çok arkadaşımın aksine seviyordum meselâ. Değişik hikayelerde aktarılan birçok çocuksu macerayı kendi maceralarımla kıyaslamak gibi bir yarış içerisine girmiştim. Sınıf kütüphanesinden fazlaca yararlanıyordum. Bir arkadaşımla aynı kitabı okumuşsam eğer, okunulan sayfaların karşılıklı hazzını paylaşırdık ve karşılıklı kitap önerileriyle devam ederdi bu küçük entelektüel sohbetlerimiz. Zamanla sırt çantama hikaye, roman gibi kitaplar koyma alışkanlığı edinmiştim ve birkaç teneffüsümü bu kitaplara ayırıyordum.

Haziranların gelişi okulların tatil olması yanında köye gidişlerimdi de. 

Küçüklüğümden beri sevmişimdir uzun yolculukları. Bir şehirden başka bir şehre gitmenin muhteşemliğini, yolculuk arifesinde hissetmeye başlardım. Yollar ve yolculuklar ne kadar uzun sürerse o kadar keyif alırdım. İstanbul terminalinde binilen otobüs, Kars terminaline kadar götürürdü. Bir gün süren uzun ve keyifli yolculuk yerini Digor'a giden minibüse bırakırdı ve son kırk kilometreyi de bu şekilde arşınlardık. 

Çocukluğumun Digor'u, yaz aylarında geçirilen bir kaç haftadan ibaretti. Hemen hemen bütün akrabalarım oradaydı. İlk bir iki gün amca ve hala ziyaretleriyle geçen günler, sonraki günlerde amca ve hala çocuklarıyla oynanan oyunlara dönüşürdü. Dört bir tarafımız dağlarla çevriliydi. Doğanın gizemini her seferinde yeniden keşfedercesine saatlerce koştururduk. Güneşin can sıkıcı olduğu anlarda, Digor Çayı'nda bulurduk kendimizi; ben yüzmek derdim, amcaoğullarım çimmek. Akşama doğru çayırda otlayan hayvanları getirdiğimiz vakitlerse farklı bir oyun gibi gelirdi ve elime aldığım herhangi bir sopayla peşlerinden koştururdum. Bazı günler uçurtma uçurmaya bile giderdik. Bağcılar'da yabancısı değildim uçurtmanın, ama ilk uçurtmamı Digor'da gökyüzüyle buluşturmuştum. Çıtalı olarak tabir ettiğimiz uçurtmaların havada gösterişli şekilde yer edinmesi için ince bir işçilik şarttı. İşin ehli olmuş amcaoğullarımın uçurtmalarını uçurdukça, uçurtma uçurma isteğim artıyordu. Birkaç gün boyunca hem amcaoğullarımın uçurtmalarını uçuruyordum hem de kendi uçurtmamı yapmaya çalışıyordum. Uçurtma gövdesi, dengesi, kuyruğu derken öğrenmiştim sonunda uçurtma yapmasını. Artık kendi uçurtmamı uçuruyordum Digor'un göklerinde. Bir keresinde gökyüzü pürüzsüzdü ve uçurtmam Elegez Dağı'na doğru yönünü bulmaya çalışıyordu, tabii uzaklarda Ağrı Dağı'nın doruğu da belirgindi.

Uçurtmanın yanında, telden araba yapmayı da Digor'da öğrendim. Araba, her ne kadar ön tekerlekler ve direksiyondan oluşmuş olsa da sürmesi son derece zevkli ve yapımı da bir o kadar uğraştırıcıydı. 

Bükülen tel, tekerleği andıran yuvarlak halini alıncaya kadar uğraştırırdı bizi ve iki tekerleğin de aynı boyutta olması tek koşuldu. Daha sonraki süreç, iki tekerleği birlikte hareket ettirebilmek için yapılan ince işçilik oluyordu. Direksiyon olarak kullanılacak olan tel de aynı titizlikle eğildikten sonra tekerlekle direksiyonu birleştirmek kalıyordu geriye ve bu iş için de ince bir matematik hesabı yapmak gerekiyordu. Sonrasıysa, kullanıma hazır olan arabamızla dolaşmak oluyordu bir çok yeri.

Digor'da yaşanan bir kaç haftada bir çok güzel olgu gibi son bulurdu her seferinde. Oynanan oyunlar yerini hüzünlü vedalaşmalara bırakırdı. Büyüklerin öpülen elleriyle birlikte alınan harçlıklar bile o an yaşadığım üzüntüyü unutturamazdı. Tıpkı geldiğimiz gibi minibüsle gidiverirdik Kars'a ve oradan da otobüsle İstanbul'a.

Bağcılar günleri tekrar başlardı. İlk günler, Digor'a duyulan özlem eşlik ederdi tüm zamanıma, ama ne tuhaftır ki bu özlem de üç yahut beş günle sınırlı kalırdı. Çocukluk böyle bir şeydi. 

Oynanan oyunlar bırakılan yerden devam ediyordu. Digor'da özenle yaptığım uçurtmamı evimizin bir kaç yüz metre ilerisindeki boş arsada uçurmaya giderken uçurtmanın varlığından haberdar olan, fakat uçurma evresinden bihaber olan arkadaşlarıma gizliden hava atarak fiyakalı bir şekilde ilerliyordum. Meraklı sorularının cevabını bilerek vermiyordum ki, hepsi beni takip etsin ve uçurtmayı uçurduğumu görsünler istiyordum. İstediğim olmuş ve birlikte o boş arsaya gitmiştik. Bizden başkaları da vardı ve herbirinin farklı farklı renklerde uçurtmaları vardı; kimisi gökyüzünde süzülürken, kimisi de havalanmak için uğraş veriyordu. Rüzgarın estiği yönü de hesaba katarak bir arkadaşıma uçurtmanın gövdesini verdim ve tutması gereken iki çıta ucunu sıkıca tutmasını tembihledim. Bobindeki ipi serbest bırakarak belli bir mesafe ilerledikten sonra hızlıca koşmaya başladım ve gövdeyi tutan arkadaşıma 'bırak' diye bağırmayı da ihmal etmedim. Digor'daki ilk denemelerimin aksine pürüzsüz bir şekilde havalanmıştı uçurtmam, tabii işin ehli olmamın yanında rüzgarın kıvamı da şansımın yaver gitmesindeki etkendi. Uçurtmam havadaki dengesini tutturmuştu. Bobindeki ipi serbest bıraktıkça uçurtma daha da yükseliyordu. Gökyüzünde bir gemiyi anımsatıyordu artık ve fiyakalı bir selam vermenin vakti gelmişti diyerek iki kez bobini peş peşe aşağı yukarı sallayarak yapmak istediğimi gerçekleştirmiştim. Arkadaşlarım bobini tutmak için sırada beklerken, yeni bir oyunun heyecanını da yaşamaktaydılar.

Arkadaşlarıma uçurtma yapmayı öğrettikçe, gökyüzündeki uçurtmaların sayısı da artıyordu. Diğer oyunlara ara vermiştik ve tüm eğlencemiz uçurtma uçurmak olmuştu. Havanın müsait olmadığı günlerde ya futbol topuyla çeşitli oyunlar oynardık, ya da çelik çomak oynardık. Yine böyle bir gün nalburdan babama aldırdığım bir kaç metrelik telle, telden araba yapmaya girişmiştim futbol oynadığımız yerde. Arkadaşlarımın meraklı bakışları altında bir saate yakın uğraştığım telden arabamı bir şekilde yapmıştım. Direksiyon ve tekerlerin muhteşem uyumuysa bu seferki fiyakamın bir gösterisi olmuştu. Arabam, meraklı gözlerin bu sefer de ilgi odağı olmuştu. Arkadaşlarım, Digor'da yaşadığım heyecanların aynısını yaşıyordu ve birkaç gün içinde telden araba sayısı iki haneli sayılara ulaşmıştı.

*                        *                         *

Bağcılar ölgün bir şehirdi. Yoksulluk, yoksunluğun somutlaşmış bir dışavurumuydu. Çocuk ruhlarımız bu havaya her seferinde bir meydan okuyuştu. Akşam haberlerinde Reha Muhtar'dan, Ali Kırca'dan ya da Gülgün Feyman'dan dinlenilen haberler umurumuzda bile değildi. Cumhurbaşkanının Demirel; başbakanınsa Erbakan, Çiller, Mesut Yılmaz, Ecevit olarak sürekli değiştiği yıllardı, tabii bir de Baykal vardı hiç bir şey olamayan. 

Haberler bittikten sonra Kemal Sunal filmleri başlardı ve Kemal Sunal filmleriydi televizyon keyfi. İlkokul öğretmenimin yasaklamasına rağmen defalarca izlemiştim o filmleri ve her izlediğimde gizli bir kahkahayı da ilkokul öğretmenime atardım en muzip halimle. Mahalle maçları, kavgaları derken Bağcılar'da bir şekilde geçiyordu şimdinin çocukluk hatıraları. Yıllar geçtikçe kız arkadaşlarımız oluyordu, ayrılıyorduk. Yine oluyordu ve yine ayrılıyorduk. Arada platonik de seviyorduk ve sonu gelmiyordu bu sevmelerin. Kentleşme yolundaki Bağcılar gibi hızlıca değişiyorduk bizler de, büyüyorduk ya da çelik çomak oynamıyorduk artık, okullarımızdaki sınıf numaralarının artışı da bir başka gerçekti. Telden arabalar yaşça küçüklerimizin ilgi odağındaydı, uçurtma uçurmak yine de fiyakalıydı; ama her şeye rağmen futbol bambaşkaydı ve sürekliydi.

Üniversiteyi kazandığım yıl, ailem Bağcılar'dan taşındı ve İstanbul'un bir başka semtine yerleşti. İstanbul'a gidişlerim çocukluğumun geçtiği Bağcılar olmadı hiç bir zaman. İstanbul'a gittiğim bir vakit, yıllar sonra çocukluğumun geçtiği o sokaklara tekrar gidişim de oldu. Çocukken arkadaşlarımla futbol oynadığımız toprak sahanın yerinde içi konfeksiyon atölyesi olan bir bina vardı, uçurtma uçurduğumuz o geniş arsanın yerini altı apartmandan oluşan bir sitenin sakinleri devralmıştı. Yıllar önce bekçisini sinir küpü yaptığımız bina yıkılmış ve yerine daha da büyüğünden bir apartman dikilmişti. Çelik çomak oynadığımız sokak araları hâlâ aynıydı, ama çelik çomak oynayacak ne taş vardı ne de sopa. Arkadaşlarımın kimisi evlenmiş, hatta çoğunun çocukları bile olmuştu. Evlenenler gibi, taşınıp oralara arada bir uğrayanlar da varmış, yurt dışına gidip izini kaybettiren vefasızlar da yok değilmiş. Yıllar önce, mahalledeki ilk uçurtma uçurma maceramda gövdeyi tutan arkadaşın, 'senin o meşhur telli araban her şeye rağmen yıllara meydan okuyor, süren küçük veletleri gördükçe şuradaki ( konfeksiyonu gösteriyor) ilk yaptığın zamanı anımsıyorum' sözlerinden sonraki karşılıklı kahkahalarımız, yıllar öncesine duyulan özlemden başka bir şey değildi. 

Geçmişin güzel tanığı olarak yapılan üç beş kelam sonrasında o bildiğim yerlerin yabancısı olarak arkamda bıraktım sokağı, mahalleyi, Bağcılar'ı; aklımdaysa tüm anlatılanlar.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SİYASALLI CİNŞİR -arka bahçe-

BİSİKLET, TERLİK ve YOL HİKÂYELERİ

BİR ÇOCUKLUK HASTALIĞI: FUTBOL