YOLCULUK MEVREK'E

Zamanın akıp gidişine aldırış etmeden tüketiyor günleri memleketim. Her geçen gün farklılaşan yerleşim yerlerinden nasibini almamış - siz deyin bakir, ben diyeyim terkedilmişlik - küçükten bir köydür. Kavak ağaçları bitki örtüsünü oluşturduğu gibi, bahçeler arasındaki hududu da belirleyen asil konumdadır. Akıp giden Digor Çayı da zaman gibidir ve böler köyü tam ortasından, hikayeler bırakır eskilerden şimdikilere. Haritada Dolaylı'dır köyün adı, dillerdeyse Mevrek; hatta Mewreq. Sıcak mevsimde gittiğim, gittiğim zamandaysa birkaç akraba ziyaretinden öteye geçmeyen anlarımı saymazsak, Mevrek hakkında büyüklerimden işitilenden başka bir şey bilmem aslında. Bir de dedemin evi var tabi Ermenilerden kalan; kimine göre yüz yıllık, kimine göreyse epey. 

Amcalarım yıllar önce Mevrek'ten Digor'a göç ettiğinden, her yaz başı mahalleden arkadaşlarıma köye gidiyorum diyerek aslında Digor'a giderdim. Digor'daysa, amca çocuklarımın heyecanla gösterdiği uzaklarda beliren o küçük yerdi köyümüz. Bir keresinde de büyük amcam, siluet halinde görünen başka bir yeri, üç başlı kocaman bir dağı, işaret ederek babasının, dedemin, orada doğduğunu söylemişti. Benim köyüm neresiydi? Üç dağın yamacına iliştirilen Digor'dan görünen o küçük yer miydi Mevrek, yoksa amcamın gösterdiği heybetli dağın herhangi bir tepesi miydi?

Toprak yoldan sallana sallana gittik Mevrek'e. Yıllar önceki gidişlerimi hayal meyal anımsadım yol boyu. Kliması olmayan bir araç olurdu muhakkak, şimdi olduğu gibi yine toprak olan yol, geçişimiz esnasında toz bulutu oluşturduğundan camları da açamazdık. Güneşin yaydığı sıcaklık, arabanın motorundan çıkan tuhaf kokulu sıcakla birleşirdi. Terleye terleye giderdik Mevrek'e, halalarıma. Halalarımın evleri birbirine yakındır, adettendir önce yaşça büyük olan halam ziyaret edilirdi. Halam her birimizi bağrına basardı, koskoca babam bile halamın kollarında bir çocuk olurdu, garipserdim. Evin misafir odası olarak bilinen bölümüne hep beraber geçerdik, hasretlikler Kürtçe dillendirilirdi, anlamazdım. İkram edilen köpüklü ayranlar soluksuz içilirdi ve boşalan bardak tekrar doldurulurdu, içerdik. Geldiğimiz yolun acısını çıkarırcasına içerdik hem de. 

Kavak ağaçlarını mesken belleyen kargaların bağırtıları eşliğinde köye vardık. Yabancı olduğumuzu anlayan bir köpek bize doğru yönelse de, tüm çabası tasmasına bağlı olan zincirin uzunluğu kadardı. Üçerli beşerli kaz sürülerinin arasından geçerek çocukluğumda bir çok kez kana kana su içtiğim çeşmenin suyundan bir kez daha nasiplendim. Büyük halam çeşmenin başına geçerdi, uzunca kalırdı, ya da kaldığı süre bana uzun gelirdi. Çeşme başından seslenirdi, giderdim, konuşurdu, anlamazdım, susardım, gülerdi, bakardım, gülerdi, giderdim. Halam yasaklı dili bilirdi, ben ise resmi olanını. Çocuktum. 

Her adımım, bildiğim insanların tarihine doğru ilerliyordu. Yıllar önce buraya nasıl yerleştiklerini babamdan, amcalarımdan sıkça dinlemiştim. Dedem on beşinde ya varmış ya yokmuş. Büyük amcamın çocukluğumda göstermiş olduğu üç başlı dağın, Elegez'in, eteğinden Mevrek'e uzanan zorunlu, yorucu bir yolculuk. 

Nihayet varıyoruz dedemin evine. Kimse yok, yıllardır kimse de kalmıyor; ama iyi bir Ermeni taş ustasının eseri olduğundan mıdır, dim dik ayakta. Her karışında yaşanmışlık, hasretlik, mutluluk, hüzün barındırıyor, ah dili olsa da konuşsa. İçeri girdik sonra ve anlatmaya başladı Fahrettin Amcam, "yeğenim, kapının hemen yanı başını kiler olarak kullanırdık, babamın yatağı sağ köşede olurdu genellikle, biz pek girmezdik buraya, off off yıllar." Hüzünlü bir iç çekişle çıktı dışarı. Daha önceleri çok kez gördüğüm taş evin içine ilk kez girmiştim, tuhaf duygular eşliğinde gezindim tek gözlü dedemin evinde. Fahrettin Amcamın seslenişine kadar bakındım duvarlara, kapıya, tavana. Düşündüm, düşledim. 

Amcamın yanında Çiçek Halam vardı, elinde de kocaman bir üzüm salkımı. Yanlarına gittiğimde kucaklaştık halamla, elini öptüm, konuştu, güldüm, güldü, kocaman salkımdan kocaman bir parça kopararak elime tutuşturdu. Büyük halamı ziyaretten sonra Çiçek halama giderdik, her gittiğimizde şekerlemeyle doldururdu ceplerimi, hoşuma giderdi. Çocuktum. 

Amcam ve halam konuşurken, bir taşa yaslanıp elimdeki salkımı bitirmeye koyuldum. Halamla vedalaştıktan sonra, amcamla laflaya laflaya köyün içinden geçerek köy mezarlığına kadar yürüdük. Büyük halamı mezarı başında andık. Aklımdaysa, köpüklü ayran, çeşme başı...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SİYASALLI CİNŞİR -arka bahçe-

BİSİKLET, TERLİK ve YOL HİKÂYELERİ

BİR ÇOCUKLUK HASTALIĞI: FUTBOL