EH BE ANKARA!
Çocukluğundan çok daha eski zamanlara ait çalar saati, önceki günler gibi yine sabahın altısında, uykunun belki de en tatlı yerinde, rüyaların bilinmezliğe evrildiği o son birkaç saniyede kendine has gürültüsüyle çalmaya başladı. Başucunda bulunan masanın üzerine yer edinen saati tek kol hareketiyle susturarak güçlükle doğruldu. İşe gitmek için yavaş hareketlerle hazırlanmaya başladı. Attığı her adımda ahşap parkelerin bilindik çatırtıları işitiliyordu. Aynada beliren yüzü, gecenin tazeliğini hala yaşıyordu, yüzüne çarptığı suyun gözlerinde oluşturduğu sızıya aldırış etmeden, aylardır kullandığı diş fırçasına irice macun sürerek geceden damağında yer edinen kahve, çay ve tütün kalıntılarını hızlıca yok etmek istercesine sararmış dişlerini fırçalamaya koyuldu. Lavabonun teknesine bol köpüklü tükürdükten sonra, avucunda oluşturduğu çukura doldurabildiği kadar suyla ağzını çalkalayıp dişlerininin beyazladığına dair bir kanıt ararcasına bu defa dikkatle bakındı karşısında duran plastik çer...